28 Eylül 2011 Çarşamba

Eurobasket'in Ardından-2



İspanya ve Fransa'dan bahsetmiştik, Rusya ve Makedonya ile devam edelim...


Rusya: 1993'ten beri katıldıkları her turnuvayı birkaç istisna hariç hep üst sıralarda tamamlayan bir takım Rusya. Ancak son 4 yıldır gidişatın böyle devam etmesinde David Blatt'ın katkısı es geçilemez. Ülkemizde Efes Pilsen deneyimiyle kötü bir iz bırakan Blatt, Rusya'da bunun 180 derece tersi bir performans gösterdi. Savunma ağırlıklı bir takım olup, düşük skorlu maçlar oynayan Rusya'dan bile zevk almamı sağlayan bir basketbol oynattığı aşikar. Oyuncuların değil takımın sivrildiği bir sistem yaratan Blatt daha ne kadar takımın başında kalacak bilemiyorum ama onsuz Rusya böylesine bir basketbol sergileyemez, bunu biliyorum.

Sert savunmasıyla rakiplerine kök söktüren ve akışkan hücum eden bir takım görüntüsü çizdi Ruslar... 1'e 1 oyunun hücum sistemlerinde egemen olmaması, bol bol pas yaparak potaya gitmeleri kuşkusuz seyircilere keyif verdi . Örneğin diğer takımlara göre çok daha fazla back-door pas denediler ve bunda da başarılı oldular. Oyun içinde Kirilenko ve Khryapa gibi liderlerinin olması da çarkların daha rahat işlemesine katkı verdi. Mozgov'un pota altında katkı vermesi ve Shved gibi ekstra performanslar Blatt'in işini kolaylaştırdı.

Gelecek yıl olimpiyatlara gitmek için eleme oynayacaklar, ancak şanssız sakatlıklar yaşamazlarsa Londra vizesi alacaklarına kimsenin şüphesi olmasın.

Makedonya: Hani bazı olaylar için 'Anlatılmaz yaşanır' denilir ya işte Makedonya için de öyle.. Tam bir zafer öyküsü... Şans eseri Makedonları bu yaz erkenden takip etmeye başladım. Eurosport'un yayınladığı hazırlık maçlarında Makedonya'yı bol bol izlemem takımı daha yakından tanımama ve Eurobasket süresince ne yapacağını merakla beklediğim takımlar listesine Makedonları katmama sebep oldu. Aslında izlediğim hazırlık maçlarında pek de iç açıcı bir görüntü yoktu. Antic'in eline bakan, pota altını hiç kullanmayan, turnuvayı üst noktalarda bitirmesi mümkün olmayan takım görüntüsü yerini 1 ay içerisinde adını tarihe altın harflerle yazdıracak bir başarı öyküsüne bıraktı...

Takımda kenetlenmenin, inancın soyut kavramlardan çıktığını gördük hep birlikte. İlk tur gruplarında eski Yugoslavya ülkelerine karşı -özellikle kendilerini ayrı bir ülke olarak kabul etmeyen Yunanistan'a karşı- ayrı bir motivasyonla oynadılar ve uzatmada kaybettikleri Karadağ maçını saymazsak grubu namağlup bitirdiler. Çapraz gruptan gelen Slovenya ve Finlandiya'yı geçip, Rusya'ya son topta kaybettiler. Aslında buraya kadar gelişen olaylar 'sürpriz' olarak ifade edilebilirdi. Ancak çeyrek finalde Litvanya'ya karşı oynadıkları maç ve gelen yarı final işleri apayrı bir boyuta taşıdı.

Makedonya'da teknik ekibe ya da oyunculara turnuva öncesinde '2.tura yükseleceksiniz.' dense ' Zaten hedefimiz de bu.' cevabı gelirdi muhtemelen. 'Rusya'ya son topta kaybedip 2.olarak çeyrek finale yükseleceksiniz.' dense olası cevap ' Çok zor ama inşallah.' olurdu. 'Çeyrek finalde ev sahibi Litvanya'yı yenip yarı finale çıkacaksınız.' cümlesi karşısında ise 'Dalga mı geçiyorsunuz bizimle?' cevabı kaçınılmazdı.

Bu efsanevi dördüncülükte aslan payı Bo McCalebb'e ait. Skor gücüyle, deliciliğiyle, her şeyiyle, tam bir lider oldu Makedonya'ya. Onun oyunda olduğu zamanlar takım daha bir güvenle oynadı, eller titremedi çünkü işler zora girdiğinde herkes yardıma gelecek bir McCalebb olduğunun farkındaydı.

Ancak Makedonya için McCalebb ne kadar liderse, Pero Antic de o kadar 'x-factor'dü. Onun hücumda efektif olduğu, şutlarının girdiği günlerde daha akıcı oynadı Makedonlar. Dış şut üzerine kurulu oyunları kimi yerlerde onları sıkıntıya soktu, pota altını domine etmese de, o bölgede etkili olabilecek bir uzunları olsaydı, belki çok daha ileri gidebilirlerdi.

Makedonya'ya bir de teşekkür... Türkiye'nin erken elendiği Eurobasket'te destekleyecek bir takım oluverdiler ve yaşadığımız hayal kırıklığını bir nebze gidermeyi başardılar. Makedonya belki de ilerleyen turnuvalarda bu seviyelerde istikrarlı bir şekilde kalamayacak ama katıldığı her organizasyona renk katacakları kesin.

Kubilay ARSLAN

25 Eylül 2011 Pazar

Eurobasket'in Ardından-1

Şimdi diyeceksiniz ki 'Ya kardeşim ne Eurobasket'i, üzerinden 1 hafta geçmişken, biz hazırlık maçlarını takip ediyoruz, sen kalkmış neler yazıyorsun?' Haklısınız, ancak Avrupa Şampiyonası'nı biter bitmez unutup, bir kenara atmak da doğru olmaz herhalde....

Ben de bu düşünceden yola çıkarak turnuvanın ilk 4'üne girmeyi başarmış ülkeleri yazacağım. Hadi bakalım...

İspanya: Daha dün gibi hatırlıyorum İspanya'nın Fransa karşısında oynadığı ilk hazırlık maçını (hey gidi tatil, ne kadar çabuk geçiyorsun!)... İlk devresini internetten yarım yamalak takip etmeye çalıştığım maçta İspanyollar inanılmaz oynayıp, Fransa'yı perişan ederek, 'Şampiyon belli, 2. kim olacak?' sözlerini gündeme getirmişti. Sağ olsunlar bizleri yanıltmadılar bu konuda. Takım olarak kötü oynadıklarında bile, kontrolü ellerinden kaçırmadılar, günlerinde olduklarında oluşan görüntüyü anlatmıyorum bile...

Basketbolu sık takip etmeyen birinin bile, İspanya kadrosunu eline aldığında 'Of, ne güçlü kadroymuş!' tepkisini vermesi normalken gittikçe moda olmaya başlayan devşirme oyuncu olayına de el attılar ve 'pasta üstüne krema' misali Ibaka'ya da İspanya formasını giydirdiler. Böylece kendileri açısından hedef olan maçlarda masaya yumruklarını net bir şekilde vurmayı başardılar.

İspanyollar adına turnuvada söylenebilecek tek kötü not, konsantrasyonlarını 11 maçın hepsine eşit şekilde bölmemeleriydi. Bu sorun, onları şampiyonluktan etmedi belki ancak Polonya ve Makedonya karşısında ecel terleri dökmelerine, bize de mağlup olmalarına sebep oldu. Böylece bize, maalesef hiçbir işe yaramayan' Şampiyonu yenen tek takım' tesellisini verdiler.

Fransa: İspanya konusuna turnuva öncesine örnek vererek başladık, Fransa'ya da öyle devam edelim... Şüphesiz oyuncu kalitesi olarak geçen yıllara oranla çok daha güçlü geldiler Litvanya'ya. Parker 2010'u pas geçtikten sonra takıma katıldı, Noah ilk kez Fransa için oynadı. Bütün bunların yanı sıra koç Vincent Collet'in de elindeki malzemeyi iyi kullanması olimpiyata direk katılma başarısını getirdi Fransızlara.

Atletik özelliklerini savunmada iyi kullandılar ancak onları başarılı kılan nokta kesinlikle bunu hücumla birleştirmeleriydi. Evet gelmeye çalıştığım nokta Türkiye, saklamaya gerek yok. Rakiplerini sayı ortalamalarının çok altında tutan ancak yine de galip gelmeyi başaramayan milli takımın üçlüklerde ve faul çizgisinde başarılı olduğunda geleceği noktaya en doğru örnek Fransa. Parker'ın McCalebb'e göre daha kollektif oynayarak takım arkadaşlarını işin içine dahil etmeye çalışması, Nicolas Batum'un ekstra performansı ve genel olarak çarkların iyi işlemesi pozitif noktalardı Fransızlar adına.

Olimpiyatlarda ve gelecek yıllarda bu seviyeyi korumalarının tek yolu var: Genç çekirdeği dağıtmamak. Belki şu jenerasyonlarıyla bir İspanya seviyesine gelemeyecekler ama sadece Avrupa değil Dünya'nın elit takımları arasında kalacakları kesin.

Not:  Rusya ve Makedonya değerlendirmeleri ayrı bir başlık altındaki yazıda olacak.

Kubilay ARSLAN

17 Eylül 2011 Cumartesi

Eurobasket'te Sona Yaklaşılırken


Kaunas'taki dev ekranda maçı izleyen Litvanyalılar


Yazıya şöyle cafcaflı bir giriş yapmak istemiyorum. 'Milli takımımızın gelemediği Kaunas'ta' ya da ' Sadece millilerimizin devirdiği İspanya' gibi... Çünkü oralara bir kere girdik mi çıkamayıp, boğuluyoruz. Ve artık Türkiye'nin olmadığı turnuvada daha fazla Türkiye'den bahsetmemek gerek... Ha, elbette başarısızlığın sebeplerini tartışacağız ancak bunu final maçlarından bahsederken yapıp, izleyeceğimiz son birkaç maçın da tadını kaçırmamak gerek...

Artık Eurobasket'te son viraja girildi... 2 gün ve 4 maç var önümüzde. Ben de bu maçlar üzerinden takımların turnuvayı nasıl geçirdiği konusunda bir şeyler karalayayım.


Yunanistan-Litvanya

Bu iki takım için de geldikleri 5.-6. lık seviyesi çok farklı şeyler ifade ediyor. Yunanistan için başarı, Litvanya için hayal kırıklığı...'Sana bir iyi bir de kötü haberim var' cümlesinden sonra genellikle 'Önce kötüyü söyle' denilmesinden yola çıkarak, ilk Litvanya'ya göz atalım...

Bizim için 2010 neyse, bu turnuvada Litvanyalılar için oydu... Tabi bizim gibi bu Eurobasket 2011'i bahane ederek diğer turnuvalarda başarısız sonuçlar almadılar, o ayrı konu. Geçen yılki genç kadro çekirdeğinin etrafına Jasikevicius-Lavrinovic gibi önemli eklemeler yaparak turnuvanın ciddi madalya adaylarından olmuşlardı, hatta İspanya maçı hariç, keyifli bir basketbol ortaya koyarak yollarına devam ediyorlardı ta ki Makedonya engeline toslayana kadar. Kafalarının yarı finale çıktıklarında karşılaşacakları İspanya'da olduğu Jasikevicius'un ''Dear God, please let us meet them (Spain) again one more time...'' sözünden de anlaşılıyordu. Yenilgiden sonra en azından kısa sürede toparlanıp Slovenya'yı yendiler yoksa olimpiyat elemeleri fırsatını da ellerinden kaçıracaklardı.

Makedonya maçını bir kenara koyup, genel performanslarına baktığımızda diğer takımların aksine farklı bir yapıya sahip olduklarını gözlemliyoruz. 'Savunma kaynaklı basket' Litvanya'da yerini ''Basket kaynaklı savunma'ya bırakıyor. Hücum üzerine kurulu olmaları, onları kimi yerler de sıkıntıya sokabiliyor. Hücumda tıkandıklarında da zincirleme olarak savunmada da bozuluyorlar. (bkz. İspanya maçı 1. devre) 'Savunma her zaman sadıktır, hücum değil' sözünün geçerliliğini sağolsun Türkiye bu turnuvada bize sorgulattı ama savunma yapmadan başarıya ulaşmanın imkansız olduğunu bir kez daha gördük. 

Kişisel performans olarak değinilebilecek tek isim Valanciunas, zaten diğer oyuncuları üç aşağı beş yukarı hepimiz tanıyoruz. Bu yıl 5.sırada Raptors tarafından draft edilen Valanciunas, inişli çıkışlı bir turnuva geçirdi ama genel olarak oyunu Litvanyalıları memnun etti sanırım. Özellikle Jasikevicius'la oynadıkları pick&roll'lerdeki etkinliği ve sahanın her bölümünde mücadeleci olması artı yönleri. Tabi Raptors'da onu besleyecek bir Jasikevicius olmayacak, bu yüzden 1'e 1 oyununu da geliştirmesi şart. 

Not: Türkiye maçında hiç süre almamasını ben hala açıklayamıyorum... Kendisiyle aynı jenerasyondan gelen Enes'e karşı -basketbol olarak- zayıf görünmesini istemediler herhalde.

Yunanistan'a gelirsek... Elbette turnuvaya belli bir hedefle (olimpiyat elemeleri) geldiler ancak başarısız bir sonuçtan sonra bahaneleri hazırdı( Spanoulis, Diamantidis, Schortsanitis). Ancak buna rağmen pes etmeyip hedeflerine ulaşmalarını tebrik etmek lazım. Olimpiyat elemelerine gitme hakkı kazandıkları için bir tebriği de  Sırbistan hak ediyor. 'Olum, bu maçı kazanan olimpiyat elemelerine gidiyomuş!' mantalitesine maçın ancak 2.çeyreğin ortalarında girebildiler, o ana dek de iş işten geçmişti zaten.

Aslında ilerleyen yıllarda izleyeceğimiz Yunanistan'a dair de birkaç fikir edinmiş olduk. Geçen yıl Jonas Kazlauskas koçluğunda hücumu da efektif kullanmaya çalışmışlar, ama başaramamışlardı. Bu yıl özlerine döndüklerini gösterdiler: savunma. Onları kadroda kim olursa olsun hep üst seviyelerde tutan etken kesinlikle savunma. Ve gelecek yıldan itibaren Spanoulis ve Schortsanitis gibi önemli skor potansiyeline sahip oyuncularla daha tehlikeli olacaklar. 

Kısacası, Yunanistan düşmedi, hala devam ediyor!


Sırbistan-Slovenya: 

İki takımı da EX-YU turnuvasında izlemiştik hatırlarsanız. Slovenya 3., Sırbistan'da şampiyon olarak tamamlamıştı turnuvayı. İlk olarak 'şampiyondan' başlayalım.

Yugoslav ekolünün şüphesiz en güçlü temsilcisi Sırbistan. 2007'deki çöküşlerinin ardından, yepyeni bir jenerasyonla 2 yıl içinde Avrupa 2.si olmaları bunun en büyük kanıtı. Ancak bu yıl bu jenerasyonun hak ettiği olimpiyatları kaçırdılar.

2011'in başında az kalsın ayrılacak olan Ivkovic Eurobasket'teki görevinden dolayı ücret almadı. 68 yaşındaki bir adam için bu ne kadar önemli bir etkendir bilemiyorum ama takımdaki o eski hakimiyetinin yerinde yeller esiyordu. Maçların kimi bölümlerinde yaptığı gereksiz rotasyonlar ve oyuncularının -özellikle Teodosic'in- hakemlerle tartışmaya girip teknik faul alması, koçun hanesine yazılan eksi notlardandı.

Başarısız sonuçlardan sonra ülkemizde gündeme gelmesine alışık olduğumuz 'revizyon' un Sırbistan'da uygulanmasına takımın yaş ortalamasından dolayı ihtimal yok, zaten gerekte yok. Yine Teodosic-Krstic odaklı ve ek parçaların maksimum katkı verdiği bir takım olmaya devam edecektir Sırplar ilerleyen yıllarda...

Slovenya'da işler biraz daha farklı... Eksiklerin can yaktığı aşikar... Vujacic, Lorbek vs. vs. Ancak Slovenya'nın belli başlı bir oyun kültürü olmaması onların en büyük eksiği. Dış şut ve fast-break'e dayalı bir hücum düzeni uygulamaya çalıştılar turnuva boyunca ama olmadı. Dragic her zaman tempoyu yukarı seviyelere çekmeye çalışıyor, Erazem Lorbek geniş hücum repertuarıyla katkı sağlıyor ama diğer parçalardan gelen katkı sınırlı. Çok önemli bir üçlük silahı olan Lakovic'in de iyi bir turnuva geçirdiğini söylemek güç.

Eurobasket 2013'e ev sahipliği yapacak Slovenler. Kendileri açısından çok önemli olan bu turnuva öncesi olimpiyat oynama hedeflerine ulaşamadılar. 2012'de resmi maç oynamayacaklar, savunma sertliklerini Eurobasket 2013 öncesi üst seviyelere çıkarabilirler mi, şüpheli...

Ve son bir not daha: Slovenya'nın çeyrek final yolunda mağlup ettiği rakipler: Bulgaristan, Ukrayna, Gürcistan, Belçika ve Finlandiya... Gruplardaki dengesizliği bir daha düşünün.

Kubilay ARSLAN

12 Eylül 2011 Pazartesi

Nereden Nereye?

11 Eylül 2010... Sinan Erdem Spor Salonu... Türkiye-Sırbistan... Daha dün gibi hatırlıyorum bundan bir yıl önce yaşadıklarımı. Kerem Tunçeri'nin turnikesinden sonraki duygu boşalması ve son 0.5 saniyede Sırbistan'ın sayı atamayacağına inanışım.... Maç sonrası Sinan Erdem'den metro istasyonuna koşarken yaşadığım sevinç... Ve sonunda kendimi metronun koltuklarına attığımdaki huzur...

11 Eylül 2011..  Televiyon karşısı... yine Türkiye-Sırbistan. Deja vu olmadı. Aynı beklentilerle, aynı inançla izledik maçı, ama olmadı...

 Üzerimizde ağır bir baskı yaratan dünya 2.si apoletiyle geldik Litvanya'ya. Ancak kimse 'dünya 2.liğinin' takımda bir rehavete ya da bir tedirginliğe sebep olduğunu söyleyemez. Ancak maç içerinde yaşadığımız mental düşüşler kimi maçlarda oyundan kopmamıza sebep oldu. Fransa maçının 3.çeyreğinin son 1 dakikası, Almanya maçının son dakikaları ve Sırbistan maçının ilk devresi buna örnek. Peki bu düşüşler normal değil mi? Elbette ki normal. Sıkıntı bizim bu sekanslarda skoru toparlanamayacak seviyelere getirmemiz.

Mental düşüşler demişken, Polonya maçını unutmamak lazım. Eurobasket 2011'de toplam 9 karşılaşmaya çıktık, bir tek Polonya karşısında çaresiz kaldık, direnç gösteremedik. Sonuç ne oldu? Elenmenin eşiğine geldik.  Ne uğruna? İspanya'yı yenip üst tura bir galibiyet taşımak için. Peki İspanya'ya konsantre olmak için Polonya'yı pas mı geçmek gerekiyordu? Hayır.

Bütun bunları geçip sahaya dönersek, problemler yine bitmiyor. Geçen yıl savunma kaynaklı sayılar belki de basketbolumuzdaki en büyük artıydı. Oyunun iki tarafında da sahaya hükmetmek, rakiplerimizi çaresiz bırakıyordu.

Savunmada da değişen bir şey yok. Hatta daha iyi... İspanya, Fransa ve Sırbistan'dan ortalama yediğimiz 64.3  müthiş bir rakam. Ancak hücumda gösterdiğimiz felaket performans sebebiyle, 64.3'ün hiçbir anlamı kalmıyor maalesef. Evet yüzdeler kötü. Ama yüzdenin böylesine kötü olmasını tetikleyen etken kesinlikle yanlış tercihler.   Ömer Aşık ve Enes Kanter'in pota altında unutulması kabul edilebilir bir durum değil. Hele Almanya maçının sonunda, üçlüğü sallayalım, nasıl olsa  Ömer ribaundları toplar düşüncesi, sinirlendirici düzeydeydi. Bizler bile televizyonlarımızın başında üçlüğe bel bağlanılmamasının gerektiğini görüyorken oyuncular ve teknik ekip bunu göremedi. Ya da gördü de çözüm üretemedi, onu bilemiyoruz.

Faul yüzdemizden, hiç bahsetmiyorum, aklıma geldikçe canımı sıkıyor.

Kişisel performans olarak ise yüzümüzü güldüren iki isim vardı: Enes Kanter ve Emir Preldzic. Emir hakkındaki spekülasyonların uzağında, ileride milli takıma çok katkı verebileceğini gösterdi. Enes ise 19 yaşında olmasına rağmen pota altını domine etti. Takıma ne zaman oyuna girse katkı verebileceğinden emin olduğum yegane isimdi. İleride Ömer ve Semih ile birlikte önemli bir pota altı gücü oluşturacakları şüphesiz.

 2-3 yıl içerisinde gidilecek revizyondan sonrası için de tek dileğim mücadeleci bir takım görmek. Kadroda kimlerin olacağı umurumda değil. Sadece sahada terinin son damlasına kadar savaşan, oyun içerisindeki düşüşleri minimize eden bir takım olsun, o kadarı yeter.

 Kubilay ARSLAN

8 Eylül 2011 Perşembe

Vilnius'tan Kısa Kısa...

Olmadı... Evet, 1/18 ile üçlük atan Kerem Tunçeri'nin topu kullanması doğru değildi. Evet, Emir Preldzic'in 5 saniye hatasını yapması büyük hataydı. Peki, maçı buraya getirmek doğru muydu?

Fransa öyle bir takımdı ki, 40 dakika boyunca oyun konsantrasyonundan kopmamak lazımdı. Çünkü, rakibi böyle bir iniş-çıkış yaşadığında affetmezdi Fransızlar. Nitekim öyle de oldu. Tıpkı Polonya maçındaki gibi 3.çeyrekte çöktük. 10-0'lık seri bizi geri dönüşü olmayan bir yola soktu... Üstelik bu durumun sebeplerinden biri hakem değildi.

 Kırılma anının yaşandığı o sekansa gelene kadar yaptığımız top kayıpları çok can sıkıcıydı. Genelde top kaybı sayısını  2 ile çarptığınızda çıkan rakam kadar potanızda sayı görürsünüz Fransa karşısında. Ancak milli takımın top kaybından doğan sayı yemeyi minimize etmesi Fransa'nın istediği tempoyu yakalamasını engelledi. Böylece skor açısından oyunda kalmayı başardık. Tony Parker ve Nicolas Batum'u birebir savunmada sıkıntı yaşamasak öne bile geçebilirdik.

Mağlubiyetten sonra herkesin dilinde 'gard sıkıntısı' vardı. Ben milli takıma karşı asla körü körüne saldırgan bir tavır takınılmaması gerektiğini düşünürüm. Orhun Ene ve Enes Kanter konusunda da böyleydi düşüncem. Ancak PG konusunda maalesef iyi şeyler söylemek mümkün değil. Daha kadro açıklandığında sıkıntı olacağı belliydi. Zaten Ender'den istikrarlı bir performans beklemek yanlış. Elinden gelenin en iyisini yapıyor ancak maalesef kalburüstü bir takımın ilk beş gardı olabilecek bir oyuncu değil. Kimi maçlarda kenardan gelerek ekstra oynamasına söyleyecek lafım yok, ama takıma verip verebileceği katkı da o kadar.

Kerem Tunçeri'de ise Litvanya maçındaki çarpışmadan sonra adını koyamadığım bir şeyler var. Formsuzluk desen yalan, isteksizlik desen yalan, ne desen yalan.  Ancak son üç maçtır kötü oynadığı aşikar. Takım onun eksikliğini fazlasıyla hissediyor. Preldzic ve Hido'nun uğraşları ise sadece kısa vadede katkı sağlıyor. Orhun Ene'nin bu konuda çaresiz olduğu ise Ender'i dün ilk beşte başlatmasından belli oluyor. Ve istemesem de aklım iki hafta öncesine gidiyor, Doğuş ve Barış Ermiş'in kadrodan çıkarıldığı günlere...

Yine hesaba kitaba kaldık, yolumuza rahat devam etme şansımız varken. Ancak enseyi erken karartmamak  gerektiğini de tecrübe ettik birkaç gün öncesine kadar. Polonya maçı hariç, savunma konusunda üst seviyedeydik ve oyunun kontrolünü belli başlı bölümler hariç bütün maçlarda elimizde tuttuk. Almanya ve Sırbistan karşısında önümüzde olimpiyat için çok kritik bir 80 dakika var. 1 galibiyet bile duruma göre yetiyor gruptan çıkmaya. Ancak yine işleri -Büyük Britanya gibi- başka takımların eline bırakmamak gerek. Oyuncular bunun farkında ve 2 maçı da kazanıp çeyrek finale çıkacaklarına inanıyorlar. Hadi bakalım...

Kubilay ARSLAN

5 Eylül 2011 Pazartesi

Ne Geçmişi, Ne De Geleceği... Şimdiyi Düşüneceksin


Litvanya maçından sonra geri kalan iki maçla ilgili genel olarak yazılan yazılar, yapılan yorumlar şöyleydi: 'İspanya şöyle, o maç çok önemli, bir üst tura galibiyet taşımamız gerek, Gasol kardeşler vs. vs. Polonya mı? O maçı rahat alırız.' Hatta ben de bir önceki yazımda Polonya'ya iki cümle ile değinip, İspanya'yı daha çok yer vermiştim. 

Demek ki oyuncular da böyle düşünüyormuş. Kafaları Litvanya maçında mı kalmıştı, yoksa İspanya'yı mı düşünüyorlardı bilemem ancak Polonya maçında olmadıkları kesindi. Mental olarak yaşanan bu sıkıntı birçok şeyin zincirleme yaşanmasına ortam hazırladı. Oyun Polonya'nın 'uyutma' taktiğine uygun bir tempoda gitti, savunmada varlık gösterilemedi ve savunmayla bağlantılı olarak hücum üretkenliği sıfırdı.

Bu durumun en büyük kanıtı da faul atışlarından sonra yedğimiz fast-break'ler ve -özellikle 2.çeyrek sonundaki- çeyrek sonu performanslarımızdı.

Maalesef maç içinde yaşadığımız inişli çıkışlı oyunu bu kez maçtan maça yaşadık ve faturası çok ağır oldu.

Peki dünkü karşılaşmada sevinebileceğimiz hiçbir detay yok muydu? Elbette ki vardı. Özellikle İzmir'deki kötü performansından sonra günbegün üzerine bir şey koyarak oynayan Enes maç içindeki 'uyuyan' takımdan aykırı gösterdiği mücadele sevindirici oldu bizim açımızdan. Pota altında Ömer Aşık ile birlikte kendisini çok az görüyoruz ancak ikilinin aynı anda sahada olması düşüncesi bile korkutucu.

Ve tabi ki faul yüzdesi. İlginç bir şekilde kaybettiğimiz maçlarda faul çizgisinden daha başarılı oluyoruz. Portekiz-Britanya maçlarında yüzde 60'larda gezinen oran son iki maçta 80'lere çıktı. Keşke bu yüzdeler sonuçlara da etki etse, daha da keyiflensek...

Bugün Britanya-Polonya maçı var, Polonya kazandı mı eve, Britanya kazandı mı Vilnius'a gidiyoruz. Eğer bu maçta işler bizim açımızdan iyi giderse, İspanya maçı önem kazanıyor bir üst tura galibiyet taşıma açısından. Gasol-Fernandez oynamayacak söylentisi Polonya'nın kazanıp, bizim elenmemiz durumunda geçerli olacaktır. 

Umarım oyuncular dünden ders almışlardır da Büyük Britanya-Polonya maçının sonucunu değil, kendi maçlarını düşünüyorlardır.

Kubilay ARSLAN

3 Eylül 2011 Cumartesi

Daha İşimiz Bitmedi



Belki de o da kadroda olsa özellikle savunmada direncimizin çok daha yüksek olacağı Kerem Gönlüm diyor ya Ntvspor jeneriğinde: 'Daha işimiz bitmedi. Daha, daha, işimiz bitmedi.' İşte milli takımın bu mağlubiyetten sonra böyle düşünmesi gerek.

Sporun gerçeği, sonuç odaklı düşünce, galibiyetten sonra' aslansın,kaplansın.' olurken mağlubiyetten sonra yerini çemkirmelere bırakabiliyor. Daha neleri iyi yaptık, nerede iyiyiz, nerede kötüyüz demeden ' Eskisi gibi değiliz.' 'Çabuk dağılıyoruz' denmeye başlanıyor. Hatta iyi gidişat sırasında dediklerini unutup bu maç sonrası 'Ben demiştim.' diyenler çıkarsa da şaşırmamak gerek.

Tabi bu dediklerim önemsiz şeyler, oyuncuların kafalarında, bu eleştiri seslerinin 'volume'unu kısıp oyunlarına konsantre olmaları önemli.

Maç öncesi sonuca etki edecek 10 etkeni belirlemiştim kendimce. Burada tek tek hepsini sıralamayacağım  ama en önemli gördüklerim; tempoyu kontrol altında tutmak, FT yüzdesini belirli bir seviye çıkarmak ve Ersan'ın performansıydı. Maç sonrasında bakıldığında evlerinde Litvanya'ya, atıp atıp coşmaya programlanmış bir takıma karşı, momentumu ne olursa olsun kaybetmedik. FT yüzdesi 76.5 gibi gayet iyi bir seviyedeydi. Ersan ise 20 sayıyla çok başarılı bir maç çıkardı. Uzun lafın kısası kötü değildik dünkü maçta.

Ancak altı çizilmesi gereken bazı noktalar yok değil. Bunlardan birincisi verdiğimiz ofansif ribaundlar. Box score'da 10-10 eşitlik var diyebilirsiniz ama maçın rakip takımın sahasında olması ve zaten hücum odaklı takımın daha fazla hücum yapma şansı yakalamasını es geçmeyelim. İkincisi halen sıkıntı yaşadığımız pick&roll savunması. Litvanya'ya karşı bu alanda gösterdiğimiz negatif performanstan sonra pick&roll'un babasını oynayan İspanya'ya karşı ne yapacağız bilmiyorum.

Bu oyunu iyi kullandıkları için onları baskılı kısa savunması ile yıpratmaya çalışmamız gerekiyordu, öyle de yaptık ama isim yanlıştı. Cenk Akyol hücumda bile istikrarsız bir oyuncuyken, ona Jasikevicius'u savunma görevi vermek çok yanlıştı. Saras'ın kötü performansı ise kesinlikle Cenk'in savunmasından değil kendisinden kaynaklanıyordu. Ama Kaukenas onu aratmadı.

Ve gelelim maç sonlarını oynayamama olayına... İşler aslında o kadar büyütüldüğü gibi değil. Kerem Tunçeri'nin yokluğunda, düzenlerde sıkıntı yaşandığını artık herkes biliyor. Son 5 dakikada onun oyunda olmaması ve Emir'in takıma bir yere kadar taşıyabilmesi yenilgideki en büyük etken. Burada suçlanabilecek tek isim var o da Hidayet. Takıma soğukkanlılıkla liderlik etmesi gerekiyordu, yapamadı.

Ama yukarıda bahsettiğim birkaç sıkıntıdan başka problem yok milli takımda. İstek, arzu hala üst seviyede. Oyuna giren herkes elinden geleni yapıyor. Emir-Enes ikilisinin ekstra performansları sevindirici. Diğer oyuncular da aşina olduğumuz oyunlarını sergiliyorlar.

Yarın rakip Polonya. Marcin Gortat yok ancak hafife alındıklarında can yakabileceklerini İspanya maçı ile kanıtladılar. Tıpkı Britanya maçındaki gibi erken gelebilecek darbe, hem moralimizi yükseltir, ondan da önemlisi kaza yaşamadan 2.tura kapağı atmamızı sağlar.

Son gün İspanya... En kritik nokta pota altı. Bugün yüzdemizin kötü olmasına rağmen (3/18) dış şutta ısrar etmememizin sonucunu gördük. Aynı durum İspanya karşısında tekrarlanırsa daha acımasız olurlar, benden söylemesi. Gasol kardeşler + Ibaka'nın yanına kenardan sertlik getiren Felipe Reyes de eklenince ölümcül bir boyalı alan tehtidine karşı hem hücumda hem savunmada ayakta kalmamız gerekiyor. Ve dün yaptığımız gibi maçtan bir saniye bile kopmamamız gerekiyor, çünkü karşımızda en küçük açıktan 10-0'lık seri yakalayabilecek bir takım olacak.

Kubilay ARSLAN

1 Eylül 2011 Perşembe

İlk Günün Ardından

Liglerin bitiminin ardından bize ağız tadıyla tatil yaptırmayan Eurobasket 2011 dünkü maçlarla başladı. Sonuç olarak bakıldığında pek sürpriz yoktu ancak oyun olarak sürpriz boldu.

Güne İspanya-Polonya ile başlamayı düşünüyordum ancak sağolsun hem İspanya'nın isteksizliği hem de Ntv Spor'un koyduğu şifre -bu duruma yazı sonunda değineceğim- 2.çeyrekten itibaren Sırbistan-İtalya maçına dönmeme sebep oldu. İyi ki de oldu. Günü kapattığımız Litvanya- Büyük Britanya maçının ardından en keyifli maçtı. Zaten Eurobasket resmi sitesi tarafından 'günün maçı' seçilen bir karşılaşmadan daha azı beklenemezdi.

İtalya aslında maça hızlı başlamıştı. Kötü oynadığında çekilmeyen Teodosic bunda en büyük etkendi şüphesiz. Ancak 2.çeyrekten itibaren özellikle Milan Macvan önderliğinde geri dönen Sırplar devreye 6 sayı farkla önde girdi. İkinci devrede de İtalya'nın farkı kapattığı sekanslar olsa da Sırbistan maç boyunca düzenini korumayı başardı.

İtalya, potansiyeli yüksek bir takım olduğunu, son Avrupa 2.sine zaman zaman zor anlar yaşatmasından dolayı, göstermiş oldu. Ancak koç Piangiani'nin Siena'daki sistemini İtalya'ya oturtabilmiş olduğunu pek sezemedik. Bu durum ilerleyen yıllarda değişir mi, bilinmez. 3.çeyrekte alan savunması üzerinden geri dönüşleri takdire şayandı ancak Sırbistan gibi her oyuncunun ne yaptığı belli olan bir takımı deviremediler. Bugün Almanya ile oynuyorlar, kaybederlerse işleri zora girecek. Hücumda sıkıntıları yok ancak savunmada istikrar yakalamaları gerekiyor.

Sırbistan ise bildiğimiz gibi. Teodosic oynadı mı onlar da oynuyor. Maç içerinde yaşanan iniş-çıkışları çok iyi idare ediyorlar, bu da onları başarıya götürüyor.

Türkiye-Portekiz maçına kadar ne yapayım derken, uzatmaya giden Karadağ-Makedonya maçı piyango gibi oldu. Ex-Yu turnuvasında iki takım hakkında da belli başlı fikirlerimiz olmuştu ancak Makedonya'da Bo McCalleb'in kadroya dahil olması çok şey değiştirmiş. Dış şut üzerine kurulu olup, en büyük skor silahı Pero Antic olan takımdan daha düzenli hücum eden bir takım görüntüsü vardı. Yoksa kaliteli uzunlara sahip Karadağ'a direnmeleri imkansızdı.

Gelelim 12 Dev Adam'a... Şimdi hiç Portekiz ikinci sınıf takım ayaklarına girmeyin. Verilen sinyal gayet iyiydi.  Bir kere İspanya'yı gördükten sonra takımdaki heves, istek üst seviyedeydi ya da ben İspanyolların ardından göz yanılması yaşadım. Fark açıldıktan sonra da gösterilen arzu pozitif bir not. Bir başka pozitif not ise Enes ve Emir'in performansı. Enes'in iyi performansı, özgüveninin  artması ve Ömer Aşık'ın diri kalması açısından önemliydi. Preldzic ise point forvet görevinde eksikliklerini iyice gidermiş gibiydi.

Ancak İzzet ile ilgili aynı şeyleri söylemek imkansız. İlerleyen yıllarda milli takımda bol bol forma giyecek, orası kesin ancak sırf buna alışması için Eurobasket'te oynaması -üstelik kadroda sadece 2 PG varken- çok yanlış. Zaten kendisi de maç içerisindeki 2 air ball'u ile bunu kanıtladı.

Portekiz maçını kazasız belasız atlattıktan sonra Panevezys'de ilk gün Litvanya- Büyük Britanya maçı ile kapandı. Yukarıda da belirttiğim gibi ilk günün açık ara en iyi maçıydı. Score-board'ın gidişatı seriler üzerinden oldu. İsteyen şuradaki linkten play-by-play'e girip daha detaylı inceleyebilir. Ancak maçın sonunda seyirci desteğiyle kazanan taraf ev sahibi oldu. Takımlara geçersek...

Büyük Britanya'yı Twitter üzerinden takip ettiğim kadarıyla çok öven oldu ancak bu durumun uzun vadeye yayılamayacağını belirtmekte fayda var. Yukarıda linkteki box score'dan Luol Deng'in aldığı süre bilgisi bile Britanya'nın durumunu anlatmaya yetiyor. Freeland ve Clark sayı olarak Deng'e yardımcı oluyor gibi gözüküyor ancak büyük resimde işler hiç de öyle değil. Deng aldığı sürenin yanında topu getiriyor, oyunu düzenliyor, her şeyi yapıyor. Ne kısalardan ne de uzunlardan bu konuda yardım yok. Savunma konusunda yaşadıkları sıkıntılar cabası. Atletizm özellikleri gayet iyi, ama turnuva onlar için Deng'in nefesi gittiği yere kadar gidecek.

Litvanya'da galibiyetin anahtarı Deng'i durdurmaktı, bunu gelecek yıl Türk Telekom'da forma giyecek Simas Jasaitis ile sağlamaya çalıştılar. Pek başarılı oldukları söylenemez, Deng 25 sayı buldu. Aslında savunma konusundaki sıkıntı bütün takımda vardı. 69 sayının 67'sinin 4 oyuncu üzerinden geldiği İngiltere'de bu 4 ismi durdurmada sıkıntı çektiler. Elbette oyun planları bunun üzerine, tempolu oyuna dayalı ancak İspanya gibi, Türkiye gibi rakiplere karşı ters tepebilir, benden söylemesi.

Savunma konusunda eleştirdik Litvanyalıları ama hücumda ellerine su dökülemez. Jasikevicius'un Litvanya'da başka oynadığını bilmeyen kalmadı. Hücumun akışında en önemli oyuncu olduğu şüphesiz ancak en kritik oyuncu değil. Lavrinovic'in 3.çeyrekte oynamadığında nasıl tıkandıklarını gördük. Bu direk olarak savunmalarını da etkiledi. Savunma kaynaklı hücum diye genel geçer bir tabir vardır ya Litvanya bunun tam tersini yapıyor: Hücum kaynaklı savunma...

Son olarak Jonas Valanciunas'ın sadece 4 dk. almasına çok şaşırdım. Türkiye'de -biraz da zorunluluktan- Enes'i kazanmaya ekstra bir özen gösteriliyorken, ülkesini U19'da Dünya Şampiyonu yapmış bir oyuncunun 4 dk. alması çok yanlış.


NOT: Ntvspor'un dün uyduda aniden şifre girmesine denilecek pek bir şey yok. FIBA kaynaklı falan olduğu söyleniyor ama bu açıklama bana pek inandırıcı gelmiyor, üstelik diğer ülkelerdeki yayıncıların şifreye girmemesi gibi, önümüzde birçok örnek varken. Ha, sorun oldu mu hayır. İnternetteki arkadaşlar sayesinde şifre yine kırıldı. Ancak Ntvspor'un bunu tam maçların ortasında yapması çok tatsız oldu.

Kubilay ARSLAN