3 Aralık 2011 Cumartesi

Burak Bıyıktay Röportajı - 2



E.E : Ligin 8. haftası oynanacak. Bu haftaya kadar bir Aliağa değerlendirmesi alabilir miyiz? İstenenler yapılabildi mi?

B.B : 1. haftadaki Hacettepe maçında motivasyon sıkıntısı yaşadık. Çünkü sezon öncesi Hacettepe’yle yaptığımız 3 hazırlık maçını da kazanmıştık. Bu yüzden lige kötü bir giriş yapmak zorunda kaldık. Ancak bu maç haricinde kazanmamız gereken hiçbir maçı kaybetmedik. Bazı kişiler Tofaş galibiyetinin ‘ekstra bir galibiyet’ olduğu görüşünde ancak ben buna katılmıyorum. O maçı evimizde zaten kazanmamız gerekiyordu. Toplamda ise 7 maçta 4 galibiyetimiz var. Hedefimiz, bu 7 maçlık süreçte 5 galibiyet almaktı, başaramadık ancak telafi edeceğiz. Basketbol olarak ise çok inişli – çıkışlı bir performans ortaya koyuyoruz, bunu daha stabil hale getirmemiz lazım. Birbirini tanımayan oyunculardan kurulu bir kadroya sahip olduğumuz için geçirdiğimiz bu süreç gayet normal.

K.A : Peki yabancı rotasyonu hakkında görüşleriniz neler? Performanslarından memnun musunuz? Beklentilerinizi karşılayabildiler mi?

B.B : Aslında şu ana kadar ki maçlarımızda yerli oyuncuların performansı daha çok öne çıktı. Ben şuna inanıyorum, yabancı rotasyonun ne kadar iyi olursa olsun, bunu tamamlayacak yerli oyuncuların yoksa başarılı olamazsın. Bunun için Ersin Görkem ve Ümit Sonkol gibi iki değerli Türk oyuncuyu kadroya kattık. Bunun dışında Buğrahan gibi, Pertev gibi, Orhun Hacıyeva gibi oyuncuları uzun vadede katkı sağlamaları için takıma dahil ettik. Özellikle son transferimiz Orhun Hacıyeva benim beklentilerimin çok üstünde çıktı, bence Türk basketbolunun önemli oyuncularından olacak. Onun sürelerine dikkat edip, özelliklerini sahada göstermesini sağlayacağız. Bu şekilde genç ve tecrübeli oyuncuların dengesini iyi kurup, kaliteli bir guardla başarılı olmaya çalışacağız. Ratkovica’yı PG pozisyonu için seçmemizin sebebi de bu. Toolson – Ersin gibi skorer bir ikilinin yanına, bir skorer daha almak yerine, takımı oynatacak bir oyuncu almayı seçtik. Uzun konusunda ise bütçemizin elverdiği kadarıyla iyi bir rotasyon oluşturduk. Genellikle üst seviye uzunlar, Avrupa kupası oynamayan takımlara gelmek istemiyorlar. Biz de bir ‘rookie’ transfer edip ondan maksimum verim almaya çalışıyoruz. Aslında Qvale bunu yapabilecek bir oyuncu ancak kolej çıkışlı olduğu için Avrupa basketboluna hemen uyum sağlayamadı. Qvale’in yanına Pinkney’i monte ettik. Toolson skorer bir oyuncu. Ratkovica’ya ise takımın dinamosu diyebilirim. Onun performansı bizim için kilit nokta. Üst seviye takımların bile oyuncu bulmakta zorlandığı şu dönemde low post yerine pick&roll oynayabilecek çabuk ayaklı oyuncular seçtik.

K.A : Peki Aliağa özelinden çıkıp ligin geneline bakarsak, lokavtın bitişinin Beko Basketbol Ligi’ne nasıl etkileri olacak sizce?

B.B : Ben lokavtın gerektiğinden uzun sürdüğünü düşünüyorum. Basketbolu ekonomi açısından değerlendirecek olursak, basketbol Amerika için büyük bir gelir kaynağı. NBA’de sezonun oynanmayacağını duyduğumda bir saniye bile inanmadım çünkü milyarlarca doları ne takım sahipleri bırakır, ne oyuncular bırakır, ne de ABD hükümeti bırakır. Tabi bir de işin şu boyutunu düşünmek lazım, Deron Williams gibi oyuncuların 17.5 milyon dolarlık kontratları var, sezon oynanmaması onlar için mali bir sıkıntı yaratmaz. Ama bu sezon draftta seçilen oyuncular ne olacak? Oynamayı bekliyorlar. Bu gibi etkenlerin sonucunda lokavt bitti. Bunun Türkiye’ye etkisine gelecek olursak, herkesin konuştuğu takım elbette ki Beşiktaş Milangaz. Ancak Galatasaray’ın da lokavtın bitişinden etkileneceğini düşünüyorum çünkü Zaza’yı daha yeni yapının içine yerleştirmişler, rotasyona dahil etmişlerdi. Aynı şekilde Fenerbahçe Ülker’de Sefolosha’yı. Ancak isim değerinden dolayı Deron Williams – Beşiktaş Milangaz daha ön planda. Yapılarını tamamen Deron Williams’ın üzerine kurduklarından doğal olarak olumsuz yönde etkilenecekler.

K.A : Ergin Ataman bu konuda bir ‘B Planı’nda sahip olduklarını söylemişti.

B.B : Bu durumun B Planı olamaz. Deron Williams gibi skor üretebilen, takımını oynatabilen, tempoyu arttırabilen, savunma yapabilen –bizim maçta Toolson’u ona tutturmuşlardı- oyuncunun yerine birini bulmak, hele sezon ortasında çok zor. Mesela Semih Erden’in yerine büyük ihtimalle yabancı bir uzun alacaklar. Sistem, yapı, oyuncular sezon ortasında değişecek. Deron Williams’ın formasının emekli edilmesi bana göre saçmalık. Yaptığın iyi bir iş var, bırak orada kalsın. Şampiyon olmuş kadronun ismi, cismi yok ortada. Topu topu 15 maç oynamış bir oyuncunun forması emekli ediliyor. 109 yıllık bir kulübün formasının daha değerli olması lazım.

K.A : Spor Toto Türkiye Kupası’nda sekizli finallere kaldınız. Final hedefiniz var mı?

B.B : Kendinize böyle bir hedef koymanız mümkün ancak bunun rasyonel bir hedef olacağını düşünmüyorum. ‘İyi bir kura’ hedefi daha gerçekçi. Bu tip turnuvalara gün gün bakmanız lazım.

K.A : Türkiye Kupası finali için 2008 yılındaki Oyak Renault örneği var.

B.B : Ancak o yılki ligle, bu yılki lig farklı. Diğer takımlara fark atmış tepede duran üç ekip var. Bu takımları her zaman yenmek mümkün değil. Yarı final yapmak bizim için başarıdır. Yarı finalden sonra da dişimize göre bir ekip gelirse final neden olmasın? Ancak dediğim gibi bu tip olaylar sürpriz olur, şu an size sorsam finali kim oynar diye, Galatasaray, Fenerbahçe veya Efes dersiniz. Gerçekçi olmak lazım.

K.A : Basında çok konuşuldu, yazıldı, çizildi. Yeni kurallar hakkında – 0 tolerans – sizin görüşleriniz neler?

B.B : Ben aslında bu 0 tolerans kuralına katılıyorum. Ancak 0 toleransdan daha önemlisi standart. Eğer bu kuralı her maçta, her şehirde, her takıma karşı uygulayabileceksiniz ne ala. 0 toleransın sağlıklı bir şekilde uygulanması halinde geriye sadece basketbol kalır, ne hakemle uğraşma, ne de başka bir şey… Ancak maalesef bu kural istikrarlı bir şekilde uygulanamıyor. Standart olması gerektiğini ben daha önce de söyledim ancak bazı maçlarda bu standartı göremiyorum (Gülüyor).

E.E : Bazı oyuncuların maç öncesi uğurları vardır. Sizin de koç olarak böyle uğrularınız var mı?

B.B : Benim spesifik uğurlarım yoktur ama maç öncesi giydiğim gömleğe, ayakkabıya, çoraplara dikkat ederim. Ama ben bunu uğur olarak düşünmüyorum, bir alışkanlık.

K.A : Konuyu yine basketbola döndürüyorum ama… Takımların istatistiklerine bakıldığında 18.3’lük asist ortalaması göze çarpıyor. Hücum – savunma dengesini oturtacağınızı söylemiştiniz ama ön planda yine hücum var gibi. Ayrıca bu rakam geçen yıllara oranla daha oturmuş bir ofans sistemi uyguladığınızı gösteriyor. Sizin düşünceleriniz neler?

B.B : Tabi bu rakama en büyük katkıyı veren oyuncu Ratkovica. Topu ne kadar iyi paylaşırsan, o kadar iyi takım olursun. Sadece pick&roll oynayarak takım olamazsın. Kadroda hücumcu oyuncuların olması hücumun ön plana çıkmasında en büyük etken. Savunma yetenek gerektirmeyen ama enerji gerektiren bir iş. Örneğin Euroleague’de iyi oyuncular hücumlarının yanı sıra iyi de savunma yapan oyunculardır. Bizim de böyle yapmamız lazım, savunmayı bir kenara atmak yanlış. Takım olgusu da budur zaten.

K.A : Klişe bir soruyla kapatalım o zaman röportajı… Aliağa’daki seyirci desteğinden memnun musunuz ve söylemek istediğiniz son bir şey var mı?

B.B : Aliağa’da bir taraftar kitlesi olduğunu söyleyemeyiz. Saha avantajı yaratmak için bu önemli bir etken ancak bizim seyirciler işler iyi gittiğinde bağırmaya başlıyor (Gülüyor). Ama genel olarak salon boş kalmıyor, halkın ilgisinden memnunuz. Tabi biraz da kadrodaki oyunculara bağlı bu durum. Konu yine aynı yere geliyor ama Akatlar’a 300 kişi gelmezken Deron Williams tranferinden sonra işler değişti. Allen Iverson’da da durum aynı olmuştu. Bu durum bana çok ters geliyor, o zaman bu insanların basketbol seyircisi olduğunu söylemek güç. Durum böyle olunca transferler de buna göre yapılıyor. Doğru olan istikrarlı bir şekilde salona gelerek takımını desteklemek.

 KUBİLAY ARSLAN                                       EBRU ERDOĞAN

2 Aralık 2011 Cuma

Burak Bıyıktay Röportajı - 1



Basketizm'den Burak Atlayan aracılığıyla iletişime geçtiğimiz Burak Bıyıktay ile - yine Basketizm'den Ebru Erdoğan'la- keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. Aliağa'dan Beşiktaş günlerine, lokavtın bitiminden ligin genel durumuna kadar birçok konuyu konuştuğumuz bu keyifli röportajı iki bölüme ayırarak yayınlıyorum. İlki şimdi gelsin, ikincisi de yarına blogda olur :)

Ebru Erdoğan: Biraz klasik olacak ama Burak Bıyıktay’ı tanıyarak başlayalım.

Burak Bıyıktay: 1978’de Eczazcıbaşı’nda basketbol oynamaya başladım, daha sonrasında Beşiktaş’a transfer oldum. Yaklaşık 16 sene 1. ligde oynadıktan sonra oyunculuk kariyerimi bitirdim ve Beşiktaş altyapısında antrenörlüğe başladım. Beşiktaş’ta yıldız takım, genç takım antrenörlüğü ve A takım yardımcı antrenörlüğünden sonra baş antrenör oldum. Hali hazırda Aliağa Petkim’in başında bulunmaktayım.

Kubilay Arslan: İlk head-coach’lık deneyiminizi İhsan Bayülken’in görevden ayrılmasından sonra yapmış ve ilk maçınızda Ülker’i mağlup etmiştiniz. Aynı şekilde Hakan Demir’in istifasından sonra da takımın başındaki ilk maçınızda Fenerbahçe’yi devirdiniz. Koç değişiminden sonra bu galibiyetlerin gelmesinin özel bir sebebi var mı?

B.B: Koç değişimleri genelde takımlara pozitif motivasyon sağlar. Örneğin o ilk maçımda Ülker’i yendikten sonra, Ülker’i eleyerek final oynamıştık. Ondan sonra ben kulüpte koç olarak devam etmeyi planlıyordum ama şartlar gereği sportif direktörlük gibi biraz daha saha dışı yerlerde görev aldım. Hakan Demir, o yıl iyi bir başlangıç yapamamıştı, istifasının ardından bana teklif geldi ve ben de kabul ettim.

K.A : Peki Aliağa’ya geçmeden biraz da Beşiktaş’tan ayrılma sürecinizden bahsedelim. ‘Allen Iverson’a süre vermiyor’ gibi birçok tartışma konusu çıkmıştı o dönemlerde, sizin düşünceleriniz neler?

B.B : Allen Iverson aslında benim çok isteğim doğrultusunda gelişen bir transfer olmadı. Sezon başında gelmesi durumunda memnuniyetle kabul eder, ona göre bir takım oluştururduk. Ancak takımı kurduktan sonra böylesine büyük bir ismi monte etmek çok zor. Ayrıca kendisinin basketbola ara vermiş olması, fizik olarak iyi durumda olmaması eklenince işler daha da zorlaştı. Artık orada kalmam doğru olmazdı, ben de ayrıldım.

K.A : Aliağa’ya gelmeden önce takımın başında sistemini bireysel performanslar üzerine kuran Halil Üner vardı, siz ise oyuncuları hücumda daha rahat bırakan bir yapıyı benimsiyorsunuz. Takımda bu geçiş süreci nasıl yaşandı?

B.B : Geçen sene Halil Hoca buradan ayrılınca bana teklif geldi, ben de seve seve kabul ettim. İlk başlar kolay olmadı tabi, kaybeden damgası yemiş dağınık bir takımdık. Kümede kalmanın bile zor olduğu bir durumdaydık. Ben de bazı hedef maçlar belirledim ve bunların hepsini kazandık. Kaybeden bir takımı motive etmek kolay bir iş değildi ancak kümede kalma amacımıza ulaştık.

K.A : Geçen yılki kadroda revizyona gidildi ve yepyeni bir takım oluşturuldu. Yine geçen yıllarda iyi hücum yapan ancak savunmada zayıf kalan Aliağa’da bu yıl uçurum o kadar yüksek seviyelerde değil, denge sağlanmış gibi. Yeni kadroyu oluştururken savunma faktörünü de göz önünde bulundurdunuz mu?

B.B : Ben, Beşiktaş’ta tempolu oyunu seven ancak savunmada başarılı olamayan Mire Chatman’la çalıştım. Chatman’ın etrafına kadro kurarken yüksek tempoya ayak uydurabilecek isimler seçmeye çalıştık. Ve bu sistemi de iyi uyguladık. Fakat ertesi sene, kadromuzu aynı tutamadık ve hücum – savunma dengesini sağlayamadık. Bu sene kadroyu yeniden kurarken oyuncuların savunma özelliklerine dikkat ettik. ‘Savunma guarddan başlar’ düşüncesiyle takımı oynatmasının yanında iyi de savunma yapan Ratkovica’yı takıma dahil ettik. Tam saha basketbolundan, yarı saha basketboluna dönmeyi tercih ettik, çünkü o tempoyu yakalamak her zaman mümkün olmuyor. Atletik guard-forvet-uzun rotasyonunuzun olması lazım ki, bunu yakalamak kolay bir iş değil. Savunmayı oturtmaya çalışıyoruz ancak 12 yeni oyuncuyla bunu kısa sürede başarmak mümkün değil. Daha üst seviye maçları iyi oynayıp, düşük seviye maçları daha kötü oynama gibi bir özelliğimiz var. Ancak dediğim gibi bunların hepsi zaman içinde değişecek, daha iyiye gidecek.

E.E: Aliağa’nın bu yıl ligdeki hedefleri neler?

B.B: Tabi ki yönetimin hedefi son 3 sezondur küme düşme potasından zar zor kurtuldukları için rahat bir sezon geçirmek, benim şahsi hedefim ise play-off’a girebilmek. Hacettepe maçı hariç istediğimiz galibiyetleri almayı başardık ligde ancak play-off istiyorsak bizden üst seviyedeki takımlardan da maç çalmamız lazım. Bu sezon yeni bir yönetime sahip olduğumuzu ve bütçemizin de sınırlı olduğunu, beklentileri ayarlamak konusunda hatırlatmamız lazım.

K.A : Spor Toto Türkiye Kupası’nda çok önemli bir başarı elde ettiniz. Türk Telekom’a fark attıktan sonra, Anadolu Efes’i 55 sayıda tutarak gruptan 1. çıktınız. İzmir’de takımın havası nasıldı, nasıl geldi bu 1.lik?

B.B : Biz o dönemde birbirleriyle çok maça çıkmamış oyunculara sahiptik, ancak Efes karşısında takım gibi oynadık, takım savunmasını iyi yaptık. Tempoyu elimizde tuttuk. Tabi Efes’in o maça bir iddiası olmadan çıktığını, bizim ise mutlak kazanmamız gerektiği faktörünü de atlamayalım. Ancak bu sezon, yanılmıyorsam, değişen sisteme göre çapraz eşleşme yapılacakmış grup 1.leri ile 2.leri arasında. Tabi bu da kura açısından önemli bir avantaj. Basketbolu seven bir topluluğa ve yönetime sahibiz. En önemlisi ise ayaklarımızın yere basması. Biz ‘o kupayı alalım, şampiyon olalım’ diye düşünmek yerine ‘bizim bütçemiz bu, buna göre hedef koyacağız’ diyoruz. Ben bu beklenti sıkıntısını Beşiktaş’ta yaşadım, o yüzden kulüpteki herkesin bu düşüncede olması sevindirici. Biz her gün daha ileriye giden bir takım olmak istiyoruz. 

11 Kasım 2011 Cuma

Euroleague Gününden Notlar





PANATHINAIKOS - CSKA:


Maçı bugün kayıttan izledim. Bilgiler tazeyken bu maçtan başlıyorum, Efes - Maccabi biraz sonra...

-Müthiş bir maç oldu. Artık rastgele kullanılmaya başlayan 'Bizi basketbola doyurdu' cümlesini hakkıyla karşılayacak cinstendi.

-Maçın geneline bakıldığında oyunu Pana'nın kontrol ettiğini söyleyebiliriz. Hücum sisteminde pick&roll'u 1 numaralı silah olarak kullanan Obradovic, maçın başlarında bunu Diamantidis/Maric ikilisiyle etkili kullandı. İyi bir bitirici olan Vougioukas ve pick&roll sonrası dışarıya açılıp şut tehtidi yaratabilecek Smith'i kadrosunda bulunduruyor PAO. E, bu işin üstatlarından Jasikevicius'da mevcut. Daha ne olsun..

-İlk devrenin sonunda CSKA'nın skorda geride kalmasının en büyük sebebi şüphesiz Kirilenko - Teodosic ikilisinin etkisiz kalmasaydı. Ancak 3. çeyrekte CSKA'nın akıcı hücum ederek farkı kapatmasında en büyük etken Teodosic oldu. Kirilenko ise belki de maçın en kritik hamlesini yaparak, bitime 5 dakika kala CSKA adına kıvılcımı çaktı.

-4.çeyrekteki geri dönüşte elbette ki Kirilenko bireysel olarak başı çekti ancak takım olarak yapılan sert savunma Yunan ekibinin oyundan düşmesine sebep oldu. Savunmaya ek olarak, Krstic'in 4'lemesine rağmen hücumda etkili oynamaya devam etmesini de unutmamak gerek.

-CSKA'da pas trafiği kimi zaman baş döndürücü seviyelere ulaşabiliyor. Ama işler ters gittiğinde pasif kalmaları kendileri adına olumsuz bir not. PAO'nun dünkü maçta bu tip anlarda boğucu savunma yaparak durumu kendi lehine çevirmeye çalışması özellikle 2.çeyrek ve 4.çeyreğin başında sıkıntılı anlar yaşattı Rus ekibine.

-Son bir not da Jasikevicius için. Geçen yıl Fenerbahçe Ülker'e yarardan çok zararı olmuştu bana göre ama Pana'da düzeni bozmadan çok verimli oynuyor. Top kayıplarını minimize ederek oynuyor ve her zamanki gibi takımı yöneterek, boş şutlarda cezayı kesmesini biliyor. Rolünü kabul ederek, Diamantidis'den rol çalmaya çalışmaması da önemli yeşil-beyazlılar için.


ANADOLU EFES - MACCABİ ELECTRA:


Efes'te yıllar geçmesine rağmen bazı şeyler hiç değişmiyor, hep aynı kalıyor. Dün Sinan Erdem'de gördüklerimiz bunun kanıtı. Maç içinde birçok kez tempoyu ayarlama, oyunun kontrolünü eline alma şansı elde eden Efes, bütün bunları elinin tersiyle itti ve maçın bu noktaya gelmesine sebep oldu. Göze çarpan bazı notlar şöyle;


- Maccabi karşısında Vujacic'in hareketlerini, şutlarını kesip ayrı bir video yapsak maçta neler olup neler bittiğini rahatça anlayabiliriz. Giren şutlar, üçlük çizgisine alternatif olarak yapılan penetreler Efes'in grafiğini yukarı çekerken, kötü oynadığında yaptığı işlere saplantılı derecede bağlanıyor, bırakmıyor. Eh, böyle olunca da Efes hücumunda akıcılık, top paylaşımı falan kalmıyor. Biraz uç bir örnek olabilir ancak Fenerbahçe'deki Jerrells'a benzetebiliriz kendisini. Vujacic hakkında son cümle İlker Üçer'den (nam-ı diğer Marko) geliyor: 'İki ucu boklu değenek'


-Maccabi'nin evinde Real Madrid'i yendiği maçı izleyenler hatırlar, koç Pablo Laso Schortsanitis'i savunmak için, ilk beşte Ante Tomic yerine Mirza Begic ile başlamıştı. Ancak Sofo iki oyuncuya da karşı net üstünlük kurmuş, pota altını domine etmişti. Dün akşamda Barac - Batista ikilisi yunan oyuncuya 1'e 1'de çare olamadı. Euroleague'de Schortsanitis'in fiziğine yaklaşabilecek nadir oyunculardan Batista'nın bile savunmada sorunlar yaşaması -Schortsanitis özelinden çıkıp genele baktığımızda- Maccabi'nin boyalı alandan %60 ile oynamasına sebep oldu.


-Laf pota altından açılmışken, savunmada olduğu gibi hücumda da sıkıntıların olduğunu söylemek lazım. Barac'in pick&roll sonrası sayıları Efes'in bu bölgedeki tek silahıydı. Özellikle maçın sonlarında içerinin unutulması, fast-break'de üçlük denenmesi gibi unutmak isteyeceğimiz anların yaşanmasına yol açtı. Bu arada Efes maç boyunca tam 33 üçlük denedi. Evet, 33 ...


-4 numaradan beklenen verim alınamadı. Ersan ve Savanovic'in isim olarak çok ön plana çıkmaları, bizleri de beklentiye sevk ediyor. Elbette iki oyuncudan +50 ranking gelmesini beklemek hayalcilik olur ancak Ersan'ın bazı anlarda sazı eline alıp, maçın gidişatını etkileyememesi, Savanovic'in 22 dakikada 0 sayıda kalması hoş karşılanacak şeyler değil.


-Son satırlar ise Maccabi için.. David Blatt'in yarattığı takıma ve sistemine saygı duymamak elde değil. 26 basketin 22'sinin asist üzerinden geldiğini söyleyip noktayı koymak da mümkün ancak Farmar kumarının tutması onları F-4'a kadar götürebilir. Geçen sezonki kadrodan Eidson ve Pargo gibi önemli isimleri kaybettiler ama oyun anlayışları değişmiş değil. Tempoyu üst seviylere çekmeyi seviyorlar ve karşılarına bu tempoyu kesebilecek bir takım çıkmadıkça en az Barcelona ve CSKA kadar şampiyonluk adayılar.

4 Kasım 2011 Cuma

Murat Özyer Röportajı


Uzun süredir bu röportajı gerçekleştirmek için çabalıyorduk. Sonunda oldu. Basketizm'den Burak Atlayan aracılığıyla iletişime geçtiğimiz TED Kolejliler baş antrenörü Murat Özyer ile röportajımızı yine Basketizm yazarlarından Ebru Erdoğan ile birlikte gerçekleştirdik. Buyrun;

Ted Kolejliler maceranız nasıl başladı? 2011/2012 sezonuna takımınızla nasıl hazırlandınız?
Okul kaynaklı bir kulüpte ve camiada yetişmiş biri olarak ; Kolejliler ‘in bir parçası olmaya çalışmak benim değer verdiğim bir konu. Türk basketbolunun gelişmesinde önemli bir rol oynamış, pek çok önemli sporcu, spor adamı yetiştirmiş camianın en çok değer verdiği erkek basketbol takımının başına geçmek benim için değerliydi. Bunun altını kalınca çizmek istiyorum. İkinci olarak ise başkanımız Önder Bülbüloğlu ve yönetim kurulunun bakış açısı, hedefleri ve vizyonu beni heyecanlandırken,ayrıca birçok Beko B.L. kulübü gibi kurumsal ve finansal yapısının oturmuş olması da benim için önemli değerlerdi.
Bu yolun devamında Avrupa kupalarında oynamak var.Sizin de takip ettiğiniz gibi KADIN basketbol takımımız 10 sene ardından 1.lige yükseldiği sene ;diğer takımlar Avrupa Kupalaranına katılmak istemezken TBF’nin Avrupa kupasına katılma teklifine olumlu cevap vermiştir.Bu da bizim kulübümüzün basketbol vizyonunu gösteren kararlardan biridir.
* Bu sene çok net 2 hedefimiz var;
* Beko Basketbol ligine 2.Lig ŞAMPİYONU olarak çıkmak.
* Kolej camiasının basketbol heyecanını yükseltmek.
Bu uzun bir maraton. Kolej, birçok başarıya imza atmış köklü bir kulüp. Büyük adımları, büyük camialar atar. Hep beraber başarmak için hazırlanıyoruz.
Yaşar Sevim Turnuvası ve Tansev Mıhçıoğlu Turnuvası’nda kendinizi test etme imkanına sahiptiniz. Takımı nasıl buldunuz ?
Bu iki turnuvada da takımı öncelikle karakterini oturtmayı ana hedef olarak belirledik. Önemli yol kat ettik. İki turnuva tamamen birbirinden farklı idi. İlkinde 1.lig takımları ağırlıklı iken 2. turnuvada sadece 2.lig takımları vardı. Ben bütün yazı boş geçirdiğimizi düşünüyorum ( abartarak söylüyorum tabii) . TB2L ‘de ” efsane ” olarak yaratılmış bir sertliğe hazırlandık ama bütün hazırlık döneminden sonra “yenileştirilmiş” kurallar çıkınca donduk kaldık. Halen uyum sağlamaya çalışıyoruz.
TB2L’de Beko Basketbol Ligi kadar çekişmeli geçecek gibi gözüküyor. Fikstür değerlnedirmesi alabilir miyiz?
TB2l bu sezon yeni yapısı, yeni statüsü ve yeniden yapılanmış takımları ile çok çekişmeli başladı. 10-15 hafta da öyle geçecek. BEKO B.L. ‘deki bazı takımların dar rotasyonlu kadrolarla lige başlaması, Türkleştirilmiş oyuncu sayısının ligde artması; bazı tecrübeli oyuncuların TB2l’ye yöneltti. Bu da denk takımlardan oluşan bir lig ortaya çıkarttı. İşler geçen senelere göre daha zor ,bir de yeni kurallardaki hassasiyeti ekleyince lig Alfred Hitchcock filmlerini andırmaya başladı.
Sizce TB2L’nin göze çarpan en önemli özelliği nedir? Euroleague’de savunma ve sertlik, NBA’de daha çok şova yönelik basketbol olduğu gibi…
Bu soruyu yazın sorsaydın ,TB2L’de farklı bir basketbol ve tarifinde zorlanılacak bir sertlik derdim. Ama TB2L ‘yi geldiğimiz 5.haftada tarif etmek zor.
Mevcut kadro ile takım karakterinizi nasıl tanımlarsınız? Savunma ağırlıklı mı, hücum ağırlıklı mı?
BEKO B.L. ‘ne çıkmak için hem hücumu hem de savunmayı iyi yapmamız lazım. Biz önce savunmamızı oturtmaya çalışıyoruz. Ufuk Gürgen’in yokluğu ve temasa daha az izin verilmesi bizi savunmamızda radikal değişiklikler yapamaya zorladı. Topu paylaşmağa gayret edip takım savunmasını üst seviyeye çıkartmak istiyoruz.
Daha önce TÜBAD’ın web sitesinde Pick&Roll ile ilgili bir yazınızı okumuştum. Takımda da Pick&Roll’u önemli bir silah olarak kullandığınız gözüküyor. Hücum sisteminizde P&R’un yeri ne?
P%Roll son senelerin ön plana çıkan en önemli hücum şekli oldu. Biz de iç-dış dengemizi bozmadan oynamaya gayret ediyoruz. Henüz çok başarılı olduğumuzu söyleyemem.
Türk Telekom sonrasında Hacettepe Üniversitesi de 1.ligde. Ayrıca 2.ligde de 5 Ankara takımının olduğu göze çarpıyor. Bu Ankara Basketboluna nasıl bir katkı sağlar sizce?
Ankara’dan 2 takımın tekrardan Beko Basketbol Ligi’nde mücadele edecek olması çok önemli. Umarım bu sayı gelecek sezon artar. TB2L’de ki Ankara takımlarının saysının artması ve iddalı olmaları başkentin basketbol potansiyeli ortaya çıkaracak.Türk Basketbolüne yön veren şahir eskiden ANKARA idi.Bence bu enerji Beko Basketbol Ligi’ne mutlaka olumlu yansıyacaktır.Basketbol kulüplerimizin kalıcı organizasyonlar yapması çok önemli. Yatırımların geri dönüşleri mutlaka olacaktır.
Geçen yıl NTVSpor’da Dünya Basketbol Şampiyonası’nda, bu yıl da CNN Türk’te Two Nations Cup’ta yorumculuk yaptınız. Bana göre yorumlarınız gayet de keyifliydi. Bir tercih yapmanız gerekse hangisini tercih edersiniz? Neden?
TV’da yorumculuk yaparken en az takımların koçları kadar teknik konulara çalışıyordum.Ama adrenalin yeteri derecede yoktu. TV yorumculuğu için Kaan Kural’ın bana verdiği öğütü dinledim;evde arkadaşlarımla maç seyrediyormuş gibi davrandım.Ben eğleniyordum ,keyifliydi.Tercihim mutlaka sahada olmak olur.Çünkü aksiyon,heyecan,ter,kan ,göz yaşı,dayanışma ,ihanet,yarışma ne ararsan var.
Ülkemizde eğitim ve spor bir arada götürülebilir mi? Bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?
Malesef ülkemizde spor ve eğitim aynı anda yapılacak durumda değil. Bu konuya sayfalar yetişmez o sebeple kısa kesiyorum.
Eşinizle ve kardeşinizle aynı meslektesiniz. Bunun avantajları ve dezavantajları nelerdir?
İkimiz de profesyonel antrenörlük yaptığımız için en önemli şey “ailece beraber” olabilmek.Bu sezon avantaj bizde. İkimiz de aynı mesleği yapınca adrenalin iki kata çıkıyor ,olumlu kullandığımız sürece sağlıklı ve genç kalıcağımızı düşünüyoruz  :)
Kubilay Arslan – Ebru Erdoğan

20 Ekim 2011 Perşembe

Devotion


Tatil döneminde yapacak bir şey bulamaz, 'Ah bir maç olsa da izlesek' derdik. Ancak genellikle böyle bir şey olmaz, biz de eski maçlara geri dönerdik. Şimdi öyle mi? Euroleague maratonu başladı, TBL ve diğer ülkelerin ligleri devam ediyor. Her gün program dolu, yoğun...

Sizce yukarıdaki bahaneler, bu satırları yazan yazarın 10 gündür yazmaması için yeterli midir? Değildir, dediğinizi duyar gibiyim. Aynı şekilde 'Euroleague hakkında bir şeyler okumak için girdik buraya, kalkmış neler anlatıyor!' dediğinizi de duyuyorum. Ve daha çok can sıkmadan geçiyoruz dünkü maçlara...

İlk karşılaşma İstanbul'da Fenerbahçe ile Caja Laboral arasında oynandı. Sinan Erdem'deki WTA Tenis şampiyonası sebebiyle maç Abdi İpekçi'deydi. Ve geçen yıl Sinan Erdem'deki Euroleague maçlarında 15.000 kişilik atmosferi bizzat görmüş biri olarak, salonun yarısının bile zar zor dolması beni hayal kırıklığına uğrattı.

Hücumda Fenerbahçe'nin akıcılığı sağlaması için Ukic-Preldzic ikilisinden birinin sahada kalmasının şart olduğunu bu maçta bir kez daha gözlemledik. O zaman size bir soru? 2.çeyreğin başında Laboral'in maça dahil olduğu sekansta PG kimdi? Evet, bildiniz, Curtis Jerrells. Onun guradlığında temponun düşmesi ve akıcılığın kaybolması Fenerbahçe'nin ilk çeyrekte yakaladığı bütün avantajı sildi attı. Hala beklemedeyiz, ama artık hazırlık döneminde değiliz, bir an önce toparlanması ve en azından Partizan günlerindeki oyununa geri dönmesi lazım.

Yukarıda hücum için kilit isimler arasında saydığımız Emir Preldzic'in yokları oynaması da başka bir negatif not. Artık genç, gelişimini izlediğimiz bir oyuncu değil. İşler ters gittiğinde takıma nefes aldıracak, bireysel yetenekleriyle hücumda katkı sağlayacak bir oyuncu. Toparlanması lazım...

5 asistin üzerine konuşulacak pek bir şey yok, bir elin parmaklarını geçmeyen asist sayısına rağmen maçın son topa kalması bile mucize.

Hücum konusunda yazacağım son şey ise pota altı. Gist takıma müthiş bir enerji getiriyor, uçuyor kaçıyor ancak bir hücum silahı görüntüsü çizdiğini söylemek güç. Vidmar, oyunun belli dönemlerinde kendini belli ediyor -ki bu durumda Oğuz'dan daha az süre almasının (17 dk) büyük bir etkisi var- Kaya ve Oğuz zaten sıfır. Maç öncesi yanılmıyorsam Ertuğrul Erdoğan pota altında ağır basan taraf olduklarını söylemişti. Dün Abdi İpekçi'de bu avantajlarının sahadaki işlevini göremedik.

Oyunun diğer tarafına, savunmaya da, bıraktığımız yerden, pota altından başlayalım. Uzunların erken faul problemine girmesi Laboral'in topu boyalı alana indirmesinde şüphesiz en büyük etkendi ancak Bjelica ve Teletovic'in -özellikle 3.çeyrek- boyalı alanda bu kadar rahat olması kabul edilemez. Maç içerisinde aldığım notlarda pota altı savunması ile ilgili her 5 satırda aynı bilgi var, bu da problemin maçın genelinde hissedildiğinin kanıtı.

NOT:  Teletovic'in maç içerisindeki şut seçimleri, TV başında duygusal anlar yaşamama sebep oldu. Doğru seçimlerde bulunduğu maçın Fenerbahçe'ye denk gelmesi ise ayrı bir şanssızlık.

NBA'de savunma denince akla gelen önemli isimlerden biri olan Sefolosha'yı da unutmamak gerek. Laboral'ın kontrolü ele aldığı noktalarda takımını ayakta tutan yegane isim oldu ve genele bakıldığında da beklentilerin üzerine çıktı. Açıkçası ben Sefolosha transferini, sadece EL maçlarında oynayacağı için doğru bulmamıştım ama sistemi bozmadan verebileceğinin en iyisini verdi.

Son olarak toparlamak gerekirse, Fenerbahçe'nin şu anki görüntüsü iç açıcı değil. Sezonun ilerlemesiyle ve sakatların (Tomas, Mirsad, Engin) iyileşmesiyle gidişat daha iyi olacaktır ama geçiş sürecini minimum kayıpla atlatmaları gerekiyor.

Gelecek hafta Olympiakos deplasmanına gidiyor sarı-lacivertliler. Olympiakos kadrosunda revizyona gitmiş bir takım ama yeni kadro ve yeni düzenleri hakkında pek bilgi sahibi değilim. Cuma günkü Bilbao maçları ve Two Nations Cup'ta FB ile oynadıkları maç kendileri hakkında bir fikir verebilir.

not: Fenerbahçe-Olympiakos Two Nations Cup maçını izlemek için: http://www.youtube.com/user/MrGroup9?feature=mhee

Kubilay ARSLAN

10 Ekim 2011 Pazartesi

Şimdi Oldu...


Spiker kadrosu iyi, tamam... Maçları HD yayınlıyor, o da tamam... Yorumcu kadrosu her şeyi İhsan Bayülken'e yüklemeden önce iyiydi. Ancak NTVSpor daha önceki turnuvalarda edindiğimiz tecrübelerden dolayı güven vermiyordu, veremiyordu. 

Misal Eurobasket 3.lük maçının son çeyreğini aniden kesip La Liga maçına geçerek izleyicilerine büyük bir saygısızlık yaptılar. İki maç arasında dakikada bir gelip giderek basketbolu izleyenin basketboldan, futbolu izleyenin futboldan bir şey anlamamasına sebep oldular.

Misal geçen yıl yayın haklarını aldıkları Euroleague'de (Final Eight ve Final Four hariç) neredeyse bütün yılı sadece Fenerbahçe Ülker izlememize sebep olarak, NTVSpor'un Euroleague'i almasına sevinen biz basketbol severleri pişman ettiler.

Ama gün içerisinde aldığımız bir haber tekrar umutlanmamızı sağladı. Gelecek hafta başlayacak olan Euroleague 2011/2012 sezonunun ilk haftasında tam 6 canlı maç! Üstelik bu maçlardan birinin hangisi olacağına seyirciler karar veriyor : http://www.ntvspor.net/haber/basketbol/50007/euroleaguede-hangi-maci-izlemek-istersiniz

NTVSpor'da hala değişmesi gereken şeyler var. Kaan Kural'ın oradan ayrılmasına sebep olan kişinin görevine son verilmesi gibi mesela. İhsan Bayülken'in her maçı yorulmasından bıkanlara, bir doz Caner Eler vermek mesela... Ya da İsmail Şenol'un yükünü Orkun Çolakoğlu'yla paylaştırmak gibi, en önemlisi lock-out bittiğinde de NBA ile yeni sözleşme yapmama aptallığına düşmemek gibi.

Umarım canlı maç yayınlarının artması bir şeylerin başlangıcı olur ve NTVSpor  basketbolda güvenebileceğimiz bir kanal olarak kalır.

Kubilay ARSLAN


8 Ekim 2011 Cumartesi

Erzurum Notları (Fenerbahçe Ülker)

Spor Toto Süper Kupası'nda ilk ayak dünkü maçlar sonucunda tamamlanmış oldu. Bu yıl Türkiye'yi Euroleague'de temsil edecek olan Fenerbahçe Ülker grubunu lider tamamlayarak son sekize kalmayı başardı. 'Son şampiyon' Fenerbahçe Ülker'in turnuvayı ve hazırlık sürecini nasıl geçirdiğini değerlendirelim.

. İlk önce şunu belirtmek lazım, sarı-lacivertliler hazırlık sürecindeki en iyi maçlarını oynadılar Erzurum'da. Rixos ve Two Nations Cup'u vasat geçirdikten sonra takım içi dinamiklerin daha iyi işlediği, hücumda kesinlikle daha aktif bir Fenerbahçe izledik. Rakiplerinin seviyelerine yakın olmadığı bahanesine sığınmak haksızlık olur.

Turnuvada takım adına ortaya çıkan en büyük soru işareti şüphesiz PG pozisyonu ve Curtis Jerrells oldu. Geçen yıldan beri süregelen Ukic'i yedekleyememe sorununu düzeltmek için alındı Jerrells. Beklenti-performans çizelgesinde onu çok aşağılara çekmemek için bu hatırlatmayı yapmak gerek. Ancak kendisinden beklenen kenardan enerji getirme, savunmaya yardım etme işlerini göremedik, görmek için umut ışığı da sezemedik... Greer ve Jasikevicius'dan daha faydalı olacaktır, orası ayrı.

Kısa rotasyonunda yeni transferlerden Bogdanovic üç sayı çizgisi civarındaki etkinliğini, penetre ederek içeride boyalı alanda da gösterirse rakipler için durdurulamaz olur. Genç yaşı ile hücumda yanlış seçimler yapabiliyor, bunları da minimize etmesi gerek. Emir Preldzic bana göre takımın Ukic ile birlikte en önemli oyuncusu, milli takımdan döndükten sonra form tutamadı ama gün geçtikçe daha iyi oynayacağına şüphe yok. Ömer Onan ise rakip takımın yıldızlarına bela olmaya ve hücumda alıştığımız fast-break ve screen sonrası sayılarını bulmaya devam edecektir.

Pota altında ise iyi sayılabilecek bir rotasyonu var Fenerbahçe'nin. Kaya-Oğuz ikilisi, sakatlıktan sonra yavaş yavaş eski oyununa geri dönmeye başlayan Vidmar, enerji seviyesini daima yukarıda tutacak Gist ve bunlara ek olarak Mirsad Türkcan. İlk beşin büyük ihtimalle  Ukic-Ömer-Tomas-Gist-Kaya olacağını düşünürsek, Gist-Kaya ikilisini yedekleyecek 3 iyi isme sahip olmaları büyük avantaj. Bu oyuncular arasında da geçen yıl verim alamadıkları Vidmar en kilit isim. Spajiha ve takım arkadaşları da bunun farkında olacak ki, izlediğimiz maçlarda Vidmar'a top bol bol indi ve onun devreye girmesine gayret gösterildi.

 Fenerbahçe Ülker'in çıkacağı uzun maraton öncesi son durumu böyle gözüküyor. Euroleague'de ilk tur gruplarının nispeten kolay olması onlar adına avantaj... Geçen yıldan bir adım öteye geçip Euroleague'de son sekize kalabilmeleri için de sakatlıkların onlardan uzak durması ve kadrodaki her oyuncunun elinden gelenin en iyisini yapması gerekiyor. TBL'de de şampiyonluk yarışını sonuna kadar bırakmayacak iki takımın(Anadolu Efes ve Galatasaray) olduğunu da unutmamak lazım...

Kubilay ARSLAN

6 Ekim 2011 Perşembe

Spor Toto Türkiye Kupası Yayın Programı


6 Ekim Perşembe:

15:30 Bandırma Kırmızı-Erdemir
18:00 Galatasaray-Antalya BŞB
20:00 FB Ülker-Mersin BŞB

7 Ekim Cuma:

15:30 Bandırma Kırmızı-Antalya BŞB
18:00 Galatasaray-Erdemir
20:00 FB Ülker-Tofaş

8 Ekim Cumartesi:

15:30 Tofaş-Mersin BŞB
18:00 FB Ülker-Olin Edirne

9 Ekim Pazar:

15:30 Pınar Karşıyaka-Aliağa Petkim
18:00 Türk Telekom-Anadolu Efes
20:00 BJK Milangaz-Trabzonspor

10 Ekim Pazartesi:

15.30 Anadolu Efes-Pınar Karşıyaka
18:00 Aliağa Petkim-Türk Telekom
20.00 Banvit-BJK Milangaz

11 Ekim Salı:

15:30 Pınar Karşıyaka-Türk Telekom
18:00 Anadolu Efes-Aliağa Petkim
20:00 Trabzonspor-Banvit

NOT: Maçlar Sports TV'de. Digitürk 82. Kanal/D-Smart 84.Kanal/ Teledünya 135.Kanal

NOT 2: Maçların yayın akışının hiçbir yerde olmamasına karşın twitter üzerinden bana yayın akışını yazan Sports TV spikeri Ulaş Can'a teşekkürler.

2 Ekim 2011 Pazar

Euroleague'e 1 Kala

Galatasaray ve Euroleague... Evet, bunun gerçekleşmesine sadece 40 dakika kaldı... Oktay Mahmuti'nin geçen yıl takımın başına getirilmesinden sonra başlayan süreç bugün galibiyetle noktalanırsa sarı kırmızılı takım 1.5 yıl içerisinde dibi de zirveyi de görmüş olacak. Bu yıl sezon başlamadan önce Galatasaray'ın kadrosuna bakan herhangi bir basketbolsever karşısında bir Euroleague kadrosu görüyor şüphesiz... Geçen yıl TBL finali getiren savunma ağırlıklı sistem hala korunmakta, ve her pozisyondaki oyuncu kalitesi bir üst seviyede.

Girişi çok uzatıp, can sıkmayalım... Hemen ön elemedeki ilk iki maçın analizine ve Rytas maçının değerlendirmesine geçelim.

Göze çarpan ilk şey skorlar ne kadar net olursa olsun; takım içerisinde düzeneklerin tamamen yerine oturamadığıydı. Savunmada sertlik seviyesini yükseltememek ASVEL maçında çok can yakabilirdi. Fransızlara istedikleri basketbolu oynama imkanı verdik, 83 sayı gördük potamızda. Açıkçası 14/23' lük üçlük yüzdesi olmasaydı, mağlubiyetin gelmesi işten bile değildi. Tabi hücum ribaundlarındaki problemi de es geçmemek gerek. Ancak  çoğu takımın şu tarihlerde hazırlık maçı yaptığını düşünürsek, savunmadaki bu düzensizlik çok normal.

Hücumda iki maçta da farklı isimlerin sivrilmesi yeni Galatasaray'ın kadro derinliği açısından da ne kadar avantajlı olduğunu gösterdi. İlk maçta Luksa Andric ve Jamon Gordon'un etkili performansları söz konusu iken, ASVEL karşısında dışarıdan Lakovic, boyalı alandan Songaila devreye girdi. Kısa vadede işlerin böyle gitmesi çok iyi ancak uzun vadede bireysel performanslarla bir yere gelinmesi zor.

'Takım ne güzel gidiyor, tam havaya girmişiz. Senin şu yazdıklarına bak!' diyor olabilirsiniz, haklısınız. Ancak Lietuvos Rytas gibi ciddi bir rakip karşısında bu noktalara dikkat edilmesi lazım. Pota altında sertliği her zaman üst seviyede tutmak, Valanciunas'ın skor bulmasına izin vermemek ve ne olursa olsun bir Litvanya ekibiyle, Litvanya topraklarında oynadığımız için form tutmalarını engellemek kritik noktalar.

Oktay Mahmuti önderliğinde Galatasaray tarih yazmaya çok yaklaştı. Takımda herkes elinden gelenin en iyisini yaptığı sürece noktayı mutlu bir şekilde koymamak için geçerli bir sebep yok.

Kubilay ARSLAN

28 Eylül 2011 Çarşamba

Eurobasket'in Ardından-2



İspanya ve Fransa'dan bahsetmiştik, Rusya ve Makedonya ile devam edelim...


Rusya: 1993'ten beri katıldıkları her turnuvayı birkaç istisna hariç hep üst sıralarda tamamlayan bir takım Rusya. Ancak son 4 yıldır gidişatın böyle devam etmesinde David Blatt'ın katkısı es geçilemez. Ülkemizde Efes Pilsen deneyimiyle kötü bir iz bırakan Blatt, Rusya'da bunun 180 derece tersi bir performans gösterdi. Savunma ağırlıklı bir takım olup, düşük skorlu maçlar oynayan Rusya'dan bile zevk almamı sağlayan bir basketbol oynattığı aşikar. Oyuncuların değil takımın sivrildiği bir sistem yaratan Blatt daha ne kadar takımın başında kalacak bilemiyorum ama onsuz Rusya böylesine bir basketbol sergileyemez, bunu biliyorum.

Sert savunmasıyla rakiplerine kök söktüren ve akışkan hücum eden bir takım görüntüsü çizdi Ruslar... 1'e 1 oyunun hücum sistemlerinde egemen olmaması, bol bol pas yaparak potaya gitmeleri kuşkusuz seyircilere keyif verdi . Örneğin diğer takımlara göre çok daha fazla back-door pas denediler ve bunda da başarılı oldular. Oyun içinde Kirilenko ve Khryapa gibi liderlerinin olması da çarkların daha rahat işlemesine katkı verdi. Mozgov'un pota altında katkı vermesi ve Shved gibi ekstra performanslar Blatt'in işini kolaylaştırdı.

Gelecek yıl olimpiyatlara gitmek için eleme oynayacaklar, ancak şanssız sakatlıklar yaşamazlarsa Londra vizesi alacaklarına kimsenin şüphesi olmasın.

Makedonya: Hani bazı olaylar için 'Anlatılmaz yaşanır' denilir ya işte Makedonya için de öyle.. Tam bir zafer öyküsü... Şans eseri Makedonları bu yaz erkenden takip etmeye başladım. Eurosport'un yayınladığı hazırlık maçlarında Makedonya'yı bol bol izlemem takımı daha yakından tanımama ve Eurobasket süresince ne yapacağını merakla beklediğim takımlar listesine Makedonları katmama sebep oldu. Aslında izlediğim hazırlık maçlarında pek de iç açıcı bir görüntü yoktu. Antic'in eline bakan, pota altını hiç kullanmayan, turnuvayı üst noktalarda bitirmesi mümkün olmayan takım görüntüsü yerini 1 ay içerisinde adını tarihe altın harflerle yazdıracak bir başarı öyküsüne bıraktı...

Takımda kenetlenmenin, inancın soyut kavramlardan çıktığını gördük hep birlikte. İlk tur gruplarında eski Yugoslavya ülkelerine karşı -özellikle kendilerini ayrı bir ülke olarak kabul etmeyen Yunanistan'a karşı- ayrı bir motivasyonla oynadılar ve uzatmada kaybettikleri Karadağ maçını saymazsak grubu namağlup bitirdiler. Çapraz gruptan gelen Slovenya ve Finlandiya'yı geçip, Rusya'ya son topta kaybettiler. Aslında buraya kadar gelişen olaylar 'sürpriz' olarak ifade edilebilirdi. Ancak çeyrek finalde Litvanya'ya karşı oynadıkları maç ve gelen yarı final işleri apayrı bir boyuta taşıdı.

Makedonya'da teknik ekibe ya da oyunculara turnuva öncesinde '2.tura yükseleceksiniz.' dense ' Zaten hedefimiz de bu.' cevabı gelirdi muhtemelen. 'Rusya'ya son topta kaybedip 2.olarak çeyrek finale yükseleceksiniz.' dense olası cevap ' Çok zor ama inşallah.' olurdu. 'Çeyrek finalde ev sahibi Litvanya'yı yenip yarı finale çıkacaksınız.' cümlesi karşısında ise 'Dalga mı geçiyorsunuz bizimle?' cevabı kaçınılmazdı.

Bu efsanevi dördüncülükte aslan payı Bo McCalebb'e ait. Skor gücüyle, deliciliğiyle, her şeyiyle, tam bir lider oldu Makedonya'ya. Onun oyunda olduğu zamanlar takım daha bir güvenle oynadı, eller titremedi çünkü işler zora girdiğinde herkes yardıma gelecek bir McCalebb olduğunun farkındaydı.

Ancak Makedonya için McCalebb ne kadar liderse, Pero Antic de o kadar 'x-factor'dü. Onun hücumda efektif olduğu, şutlarının girdiği günlerde daha akıcı oynadı Makedonlar. Dış şut üzerine kurulu oyunları kimi yerlerde onları sıkıntıya soktu, pota altını domine etmese de, o bölgede etkili olabilecek bir uzunları olsaydı, belki çok daha ileri gidebilirlerdi.

Makedonya'ya bir de teşekkür... Türkiye'nin erken elendiği Eurobasket'te destekleyecek bir takım oluverdiler ve yaşadığımız hayal kırıklığını bir nebze gidermeyi başardılar. Makedonya belki de ilerleyen turnuvalarda bu seviyelerde istikrarlı bir şekilde kalamayacak ama katıldığı her organizasyona renk katacakları kesin.

Kubilay ARSLAN

25 Eylül 2011 Pazar

Eurobasket'in Ardından-1

Şimdi diyeceksiniz ki 'Ya kardeşim ne Eurobasket'i, üzerinden 1 hafta geçmişken, biz hazırlık maçlarını takip ediyoruz, sen kalkmış neler yazıyorsun?' Haklısınız, ancak Avrupa Şampiyonası'nı biter bitmez unutup, bir kenara atmak da doğru olmaz herhalde....

Ben de bu düşünceden yola çıkarak turnuvanın ilk 4'üne girmeyi başarmış ülkeleri yazacağım. Hadi bakalım...

İspanya: Daha dün gibi hatırlıyorum İspanya'nın Fransa karşısında oynadığı ilk hazırlık maçını (hey gidi tatil, ne kadar çabuk geçiyorsun!)... İlk devresini internetten yarım yamalak takip etmeye çalıştığım maçta İspanyollar inanılmaz oynayıp, Fransa'yı perişan ederek, 'Şampiyon belli, 2. kim olacak?' sözlerini gündeme getirmişti. Sağ olsunlar bizleri yanıltmadılar bu konuda. Takım olarak kötü oynadıklarında bile, kontrolü ellerinden kaçırmadılar, günlerinde olduklarında oluşan görüntüyü anlatmıyorum bile...

Basketbolu sık takip etmeyen birinin bile, İspanya kadrosunu eline aldığında 'Of, ne güçlü kadroymuş!' tepkisini vermesi normalken gittikçe moda olmaya başlayan devşirme oyuncu olayına de el attılar ve 'pasta üstüne krema' misali Ibaka'ya da İspanya formasını giydirdiler. Böylece kendileri açısından hedef olan maçlarda masaya yumruklarını net bir şekilde vurmayı başardılar.

İspanyollar adına turnuvada söylenebilecek tek kötü not, konsantrasyonlarını 11 maçın hepsine eşit şekilde bölmemeleriydi. Bu sorun, onları şampiyonluktan etmedi belki ancak Polonya ve Makedonya karşısında ecel terleri dökmelerine, bize de mağlup olmalarına sebep oldu. Böylece bize, maalesef hiçbir işe yaramayan' Şampiyonu yenen tek takım' tesellisini verdiler.

Fransa: İspanya konusuna turnuva öncesine örnek vererek başladık, Fransa'ya da öyle devam edelim... Şüphesiz oyuncu kalitesi olarak geçen yıllara oranla çok daha güçlü geldiler Litvanya'ya. Parker 2010'u pas geçtikten sonra takıma katıldı, Noah ilk kez Fransa için oynadı. Bütün bunların yanı sıra koç Vincent Collet'in de elindeki malzemeyi iyi kullanması olimpiyata direk katılma başarısını getirdi Fransızlara.

Atletik özelliklerini savunmada iyi kullandılar ancak onları başarılı kılan nokta kesinlikle bunu hücumla birleştirmeleriydi. Evet gelmeye çalıştığım nokta Türkiye, saklamaya gerek yok. Rakiplerini sayı ortalamalarının çok altında tutan ancak yine de galip gelmeyi başaramayan milli takımın üçlüklerde ve faul çizgisinde başarılı olduğunda geleceği noktaya en doğru örnek Fransa. Parker'ın McCalebb'e göre daha kollektif oynayarak takım arkadaşlarını işin içine dahil etmeye çalışması, Nicolas Batum'un ekstra performansı ve genel olarak çarkların iyi işlemesi pozitif noktalardı Fransızlar adına.

Olimpiyatlarda ve gelecek yıllarda bu seviyeyi korumalarının tek yolu var: Genç çekirdeği dağıtmamak. Belki şu jenerasyonlarıyla bir İspanya seviyesine gelemeyecekler ama sadece Avrupa değil Dünya'nın elit takımları arasında kalacakları kesin.

Not:  Rusya ve Makedonya değerlendirmeleri ayrı bir başlık altındaki yazıda olacak.

Kubilay ARSLAN

17 Eylül 2011 Cumartesi

Eurobasket'te Sona Yaklaşılırken


Kaunas'taki dev ekranda maçı izleyen Litvanyalılar


Yazıya şöyle cafcaflı bir giriş yapmak istemiyorum. 'Milli takımımızın gelemediği Kaunas'ta' ya da ' Sadece millilerimizin devirdiği İspanya' gibi... Çünkü oralara bir kere girdik mi çıkamayıp, boğuluyoruz. Ve artık Türkiye'nin olmadığı turnuvada daha fazla Türkiye'den bahsetmemek gerek... Ha, elbette başarısızlığın sebeplerini tartışacağız ancak bunu final maçlarından bahsederken yapıp, izleyeceğimiz son birkaç maçın da tadını kaçırmamak gerek...

Artık Eurobasket'te son viraja girildi... 2 gün ve 4 maç var önümüzde. Ben de bu maçlar üzerinden takımların turnuvayı nasıl geçirdiği konusunda bir şeyler karalayayım.


Yunanistan-Litvanya

Bu iki takım için de geldikleri 5.-6. lık seviyesi çok farklı şeyler ifade ediyor. Yunanistan için başarı, Litvanya için hayal kırıklığı...'Sana bir iyi bir de kötü haberim var' cümlesinden sonra genellikle 'Önce kötüyü söyle' denilmesinden yola çıkarak, ilk Litvanya'ya göz atalım...

Bizim için 2010 neyse, bu turnuvada Litvanyalılar için oydu... Tabi bizim gibi bu Eurobasket 2011'i bahane ederek diğer turnuvalarda başarısız sonuçlar almadılar, o ayrı konu. Geçen yılki genç kadro çekirdeğinin etrafına Jasikevicius-Lavrinovic gibi önemli eklemeler yaparak turnuvanın ciddi madalya adaylarından olmuşlardı, hatta İspanya maçı hariç, keyifli bir basketbol ortaya koyarak yollarına devam ediyorlardı ta ki Makedonya engeline toslayana kadar. Kafalarının yarı finale çıktıklarında karşılaşacakları İspanya'da olduğu Jasikevicius'un ''Dear God, please let us meet them (Spain) again one more time...'' sözünden de anlaşılıyordu. Yenilgiden sonra en azından kısa sürede toparlanıp Slovenya'yı yendiler yoksa olimpiyat elemeleri fırsatını da ellerinden kaçıracaklardı.

Makedonya maçını bir kenara koyup, genel performanslarına baktığımızda diğer takımların aksine farklı bir yapıya sahip olduklarını gözlemliyoruz. 'Savunma kaynaklı basket' Litvanya'da yerini ''Basket kaynaklı savunma'ya bırakıyor. Hücum üzerine kurulu olmaları, onları kimi yerler de sıkıntıya sokabiliyor. Hücumda tıkandıklarında da zincirleme olarak savunmada da bozuluyorlar. (bkz. İspanya maçı 1. devre) 'Savunma her zaman sadıktır, hücum değil' sözünün geçerliliğini sağolsun Türkiye bu turnuvada bize sorgulattı ama savunma yapmadan başarıya ulaşmanın imkansız olduğunu bir kez daha gördük. 

Kişisel performans olarak değinilebilecek tek isim Valanciunas, zaten diğer oyuncuları üç aşağı beş yukarı hepimiz tanıyoruz. Bu yıl 5.sırada Raptors tarafından draft edilen Valanciunas, inişli çıkışlı bir turnuva geçirdi ama genel olarak oyunu Litvanyalıları memnun etti sanırım. Özellikle Jasikevicius'la oynadıkları pick&roll'lerdeki etkinliği ve sahanın her bölümünde mücadeleci olması artı yönleri. Tabi Raptors'da onu besleyecek bir Jasikevicius olmayacak, bu yüzden 1'e 1 oyununu da geliştirmesi şart. 

Not: Türkiye maçında hiç süre almamasını ben hala açıklayamıyorum... Kendisiyle aynı jenerasyondan gelen Enes'e karşı -basketbol olarak- zayıf görünmesini istemediler herhalde.

Yunanistan'a gelirsek... Elbette turnuvaya belli bir hedefle (olimpiyat elemeleri) geldiler ancak başarısız bir sonuçtan sonra bahaneleri hazırdı( Spanoulis, Diamantidis, Schortsanitis). Ancak buna rağmen pes etmeyip hedeflerine ulaşmalarını tebrik etmek lazım. Olimpiyat elemelerine gitme hakkı kazandıkları için bir tebriği de  Sırbistan hak ediyor. 'Olum, bu maçı kazanan olimpiyat elemelerine gidiyomuş!' mantalitesine maçın ancak 2.çeyreğin ortalarında girebildiler, o ana dek de iş işten geçmişti zaten.

Aslında ilerleyen yıllarda izleyeceğimiz Yunanistan'a dair de birkaç fikir edinmiş olduk. Geçen yıl Jonas Kazlauskas koçluğunda hücumu da efektif kullanmaya çalışmışlar, ama başaramamışlardı. Bu yıl özlerine döndüklerini gösterdiler: savunma. Onları kadroda kim olursa olsun hep üst seviyelerde tutan etken kesinlikle savunma. Ve gelecek yıldan itibaren Spanoulis ve Schortsanitis gibi önemli skor potansiyeline sahip oyuncularla daha tehlikeli olacaklar. 

Kısacası, Yunanistan düşmedi, hala devam ediyor!


Sırbistan-Slovenya: 

İki takımı da EX-YU turnuvasında izlemiştik hatırlarsanız. Slovenya 3., Sırbistan'da şampiyon olarak tamamlamıştı turnuvayı. İlk olarak 'şampiyondan' başlayalım.

Yugoslav ekolünün şüphesiz en güçlü temsilcisi Sırbistan. 2007'deki çöküşlerinin ardından, yepyeni bir jenerasyonla 2 yıl içinde Avrupa 2.si olmaları bunun en büyük kanıtı. Ancak bu yıl bu jenerasyonun hak ettiği olimpiyatları kaçırdılar.

2011'in başında az kalsın ayrılacak olan Ivkovic Eurobasket'teki görevinden dolayı ücret almadı. 68 yaşındaki bir adam için bu ne kadar önemli bir etkendir bilemiyorum ama takımdaki o eski hakimiyetinin yerinde yeller esiyordu. Maçların kimi bölümlerinde yaptığı gereksiz rotasyonlar ve oyuncularının -özellikle Teodosic'in- hakemlerle tartışmaya girip teknik faul alması, koçun hanesine yazılan eksi notlardandı.

Başarısız sonuçlardan sonra ülkemizde gündeme gelmesine alışık olduğumuz 'revizyon' un Sırbistan'da uygulanmasına takımın yaş ortalamasından dolayı ihtimal yok, zaten gerekte yok. Yine Teodosic-Krstic odaklı ve ek parçaların maksimum katkı verdiği bir takım olmaya devam edecektir Sırplar ilerleyen yıllarda...

Slovenya'da işler biraz daha farklı... Eksiklerin can yaktığı aşikar... Vujacic, Lorbek vs. vs. Ancak Slovenya'nın belli başlı bir oyun kültürü olmaması onların en büyük eksiği. Dış şut ve fast-break'e dayalı bir hücum düzeni uygulamaya çalıştılar turnuva boyunca ama olmadı. Dragic her zaman tempoyu yukarı seviyelere çekmeye çalışıyor, Erazem Lorbek geniş hücum repertuarıyla katkı sağlıyor ama diğer parçalardan gelen katkı sınırlı. Çok önemli bir üçlük silahı olan Lakovic'in de iyi bir turnuva geçirdiğini söylemek güç.

Eurobasket 2013'e ev sahipliği yapacak Slovenler. Kendileri açısından çok önemli olan bu turnuva öncesi olimpiyat oynama hedeflerine ulaşamadılar. 2012'de resmi maç oynamayacaklar, savunma sertliklerini Eurobasket 2013 öncesi üst seviyelere çıkarabilirler mi, şüpheli...

Ve son bir not daha: Slovenya'nın çeyrek final yolunda mağlup ettiği rakipler: Bulgaristan, Ukrayna, Gürcistan, Belçika ve Finlandiya... Gruplardaki dengesizliği bir daha düşünün.

Kubilay ARSLAN

12 Eylül 2011 Pazartesi

Nereden Nereye?

11 Eylül 2010... Sinan Erdem Spor Salonu... Türkiye-Sırbistan... Daha dün gibi hatırlıyorum bundan bir yıl önce yaşadıklarımı. Kerem Tunçeri'nin turnikesinden sonraki duygu boşalması ve son 0.5 saniyede Sırbistan'ın sayı atamayacağına inanışım.... Maç sonrası Sinan Erdem'den metro istasyonuna koşarken yaşadığım sevinç... Ve sonunda kendimi metronun koltuklarına attığımdaki huzur...

11 Eylül 2011..  Televiyon karşısı... yine Türkiye-Sırbistan. Deja vu olmadı. Aynı beklentilerle, aynı inançla izledik maçı, ama olmadı...

 Üzerimizde ağır bir baskı yaratan dünya 2.si apoletiyle geldik Litvanya'ya. Ancak kimse 'dünya 2.liğinin' takımda bir rehavete ya da bir tedirginliğe sebep olduğunu söyleyemez. Ancak maç içerinde yaşadığımız mental düşüşler kimi maçlarda oyundan kopmamıza sebep oldu. Fransa maçının 3.çeyreğinin son 1 dakikası, Almanya maçının son dakikaları ve Sırbistan maçının ilk devresi buna örnek. Peki bu düşüşler normal değil mi? Elbette ki normal. Sıkıntı bizim bu sekanslarda skoru toparlanamayacak seviyelere getirmemiz.

Mental düşüşler demişken, Polonya maçını unutmamak lazım. Eurobasket 2011'de toplam 9 karşılaşmaya çıktık, bir tek Polonya karşısında çaresiz kaldık, direnç gösteremedik. Sonuç ne oldu? Elenmenin eşiğine geldik.  Ne uğruna? İspanya'yı yenip üst tura bir galibiyet taşımak için. Peki İspanya'ya konsantre olmak için Polonya'yı pas mı geçmek gerekiyordu? Hayır.

Bütun bunları geçip sahaya dönersek, problemler yine bitmiyor. Geçen yıl savunma kaynaklı sayılar belki de basketbolumuzdaki en büyük artıydı. Oyunun iki tarafında da sahaya hükmetmek, rakiplerimizi çaresiz bırakıyordu.

Savunmada da değişen bir şey yok. Hatta daha iyi... İspanya, Fransa ve Sırbistan'dan ortalama yediğimiz 64.3  müthiş bir rakam. Ancak hücumda gösterdiğimiz felaket performans sebebiyle, 64.3'ün hiçbir anlamı kalmıyor maalesef. Evet yüzdeler kötü. Ama yüzdenin böylesine kötü olmasını tetikleyen etken kesinlikle yanlış tercihler.   Ömer Aşık ve Enes Kanter'in pota altında unutulması kabul edilebilir bir durum değil. Hele Almanya maçının sonunda, üçlüğü sallayalım, nasıl olsa  Ömer ribaundları toplar düşüncesi, sinirlendirici düzeydeydi. Bizler bile televizyonlarımızın başında üçlüğe bel bağlanılmamasının gerektiğini görüyorken oyuncular ve teknik ekip bunu göremedi. Ya da gördü de çözüm üretemedi, onu bilemiyoruz.

Faul yüzdemizden, hiç bahsetmiyorum, aklıma geldikçe canımı sıkıyor.

Kişisel performans olarak ise yüzümüzü güldüren iki isim vardı: Enes Kanter ve Emir Preldzic. Emir hakkındaki spekülasyonların uzağında, ileride milli takıma çok katkı verebileceğini gösterdi. Enes ise 19 yaşında olmasına rağmen pota altını domine etti. Takıma ne zaman oyuna girse katkı verebileceğinden emin olduğum yegane isimdi. İleride Ömer ve Semih ile birlikte önemli bir pota altı gücü oluşturacakları şüphesiz.

 2-3 yıl içerisinde gidilecek revizyondan sonrası için de tek dileğim mücadeleci bir takım görmek. Kadroda kimlerin olacağı umurumda değil. Sadece sahada terinin son damlasına kadar savaşan, oyun içerisindeki düşüşleri minimize eden bir takım olsun, o kadarı yeter.

 Kubilay ARSLAN

8 Eylül 2011 Perşembe

Vilnius'tan Kısa Kısa...

Olmadı... Evet, 1/18 ile üçlük atan Kerem Tunçeri'nin topu kullanması doğru değildi. Evet, Emir Preldzic'in 5 saniye hatasını yapması büyük hataydı. Peki, maçı buraya getirmek doğru muydu?

Fransa öyle bir takımdı ki, 40 dakika boyunca oyun konsantrasyonundan kopmamak lazımdı. Çünkü, rakibi böyle bir iniş-çıkış yaşadığında affetmezdi Fransızlar. Nitekim öyle de oldu. Tıpkı Polonya maçındaki gibi 3.çeyrekte çöktük. 10-0'lık seri bizi geri dönüşü olmayan bir yola soktu... Üstelik bu durumun sebeplerinden biri hakem değildi.

 Kırılma anının yaşandığı o sekansa gelene kadar yaptığımız top kayıpları çok can sıkıcıydı. Genelde top kaybı sayısını  2 ile çarptığınızda çıkan rakam kadar potanızda sayı görürsünüz Fransa karşısında. Ancak milli takımın top kaybından doğan sayı yemeyi minimize etmesi Fransa'nın istediği tempoyu yakalamasını engelledi. Böylece skor açısından oyunda kalmayı başardık. Tony Parker ve Nicolas Batum'u birebir savunmada sıkıntı yaşamasak öne bile geçebilirdik.

Mağlubiyetten sonra herkesin dilinde 'gard sıkıntısı' vardı. Ben milli takıma karşı asla körü körüne saldırgan bir tavır takınılmaması gerektiğini düşünürüm. Orhun Ene ve Enes Kanter konusunda da böyleydi düşüncem. Ancak PG konusunda maalesef iyi şeyler söylemek mümkün değil. Daha kadro açıklandığında sıkıntı olacağı belliydi. Zaten Ender'den istikrarlı bir performans beklemek yanlış. Elinden gelenin en iyisini yapıyor ancak maalesef kalburüstü bir takımın ilk beş gardı olabilecek bir oyuncu değil. Kimi maçlarda kenardan gelerek ekstra oynamasına söyleyecek lafım yok, ama takıma verip verebileceği katkı da o kadar.

Kerem Tunçeri'de ise Litvanya maçındaki çarpışmadan sonra adını koyamadığım bir şeyler var. Formsuzluk desen yalan, isteksizlik desen yalan, ne desen yalan.  Ancak son üç maçtır kötü oynadığı aşikar. Takım onun eksikliğini fazlasıyla hissediyor. Preldzic ve Hido'nun uğraşları ise sadece kısa vadede katkı sağlıyor. Orhun Ene'nin bu konuda çaresiz olduğu ise Ender'i dün ilk beşte başlatmasından belli oluyor. Ve istemesem de aklım iki hafta öncesine gidiyor, Doğuş ve Barış Ermiş'in kadrodan çıkarıldığı günlere...

Yine hesaba kitaba kaldık, yolumuza rahat devam etme şansımız varken. Ancak enseyi erken karartmamak  gerektiğini de tecrübe ettik birkaç gün öncesine kadar. Polonya maçı hariç, savunma konusunda üst seviyedeydik ve oyunun kontrolünü belli başlı bölümler hariç bütün maçlarda elimizde tuttuk. Almanya ve Sırbistan karşısında önümüzde olimpiyat için çok kritik bir 80 dakika var. 1 galibiyet bile duruma göre yetiyor gruptan çıkmaya. Ancak yine işleri -Büyük Britanya gibi- başka takımların eline bırakmamak gerek. Oyuncular bunun farkında ve 2 maçı da kazanıp çeyrek finale çıkacaklarına inanıyorlar. Hadi bakalım...

Kubilay ARSLAN

5 Eylül 2011 Pazartesi

Ne Geçmişi, Ne De Geleceği... Şimdiyi Düşüneceksin


Litvanya maçından sonra geri kalan iki maçla ilgili genel olarak yazılan yazılar, yapılan yorumlar şöyleydi: 'İspanya şöyle, o maç çok önemli, bir üst tura galibiyet taşımamız gerek, Gasol kardeşler vs. vs. Polonya mı? O maçı rahat alırız.' Hatta ben de bir önceki yazımda Polonya'ya iki cümle ile değinip, İspanya'yı daha çok yer vermiştim. 

Demek ki oyuncular da böyle düşünüyormuş. Kafaları Litvanya maçında mı kalmıştı, yoksa İspanya'yı mı düşünüyorlardı bilemem ancak Polonya maçında olmadıkları kesindi. Mental olarak yaşanan bu sıkıntı birçok şeyin zincirleme yaşanmasına ortam hazırladı. Oyun Polonya'nın 'uyutma' taktiğine uygun bir tempoda gitti, savunmada varlık gösterilemedi ve savunmayla bağlantılı olarak hücum üretkenliği sıfırdı.

Bu durumun en büyük kanıtı da faul atışlarından sonra yedğimiz fast-break'ler ve -özellikle 2.çeyrek sonundaki- çeyrek sonu performanslarımızdı.

Maalesef maç içinde yaşadığımız inişli çıkışlı oyunu bu kez maçtan maça yaşadık ve faturası çok ağır oldu.

Peki dünkü karşılaşmada sevinebileceğimiz hiçbir detay yok muydu? Elbette ki vardı. Özellikle İzmir'deki kötü performansından sonra günbegün üzerine bir şey koyarak oynayan Enes maç içindeki 'uyuyan' takımdan aykırı gösterdiği mücadele sevindirici oldu bizim açımızdan. Pota altında Ömer Aşık ile birlikte kendisini çok az görüyoruz ancak ikilinin aynı anda sahada olması düşüncesi bile korkutucu.

Ve tabi ki faul yüzdesi. İlginç bir şekilde kaybettiğimiz maçlarda faul çizgisinden daha başarılı oluyoruz. Portekiz-Britanya maçlarında yüzde 60'larda gezinen oran son iki maçta 80'lere çıktı. Keşke bu yüzdeler sonuçlara da etki etse, daha da keyiflensek...

Bugün Britanya-Polonya maçı var, Polonya kazandı mı eve, Britanya kazandı mı Vilnius'a gidiyoruz. Eğer bu maçta işler bizim açımızdan iyi giderse, İspanya maçı önem kazanıyor bir üst tura galibiyet taşıma açısından. Gasol-Fernandez oynamayacak söylentisi Polonya'nın kazanıp, bizim elenmemiz durumunda geçerli olacaktır. 

Umarım oyuncular dünden ders almışlardır da Büyük Britanya-Polonya maçının sonucunu değil, kendi maçlarını düşünüyorlardır.

Kubilay ARSLAN

3 Eylül 2011 Cumartesi

Daha İşimiz Bitmedi



Belki de o da kadroda olsa özellikle savunmada direncimizin çok daha yüksek olacağı Kerem Gönlüm diyor ya Ntvspor jeneriğinde: 'Daha işimiz bitmedi. Daha, daha, işimiz bitmedi.' İşte milli takımın bu mağlubiyetten sonra böyle düşünmesi gerek.

Sporun gerçeği, sonuç odaklı düşünce, galibiyetten sonra' aslansın,kaplansın.' olurken mağlubiyetten sonra yerini çemkirmelere bırakabiliyor. Daha neleri iyi yaptık, nerede iyiyiz, nerede kötüyüz demeden ' Eskisi gibi değiliz.' 'Çabuk dağılıyoruz' denmeye başlanıyor. Hatta iyi gidişat sırasında dediklerini unutup bu maç sonrası 'Ben demiştim.' diyenler çıkarsa da şaşırmamak gerek.

Tabi bu dediklerim önemsiz şeyler, oyuncuların kafalarında, bu eleştiri seslerinin 'volume'unu kısıp oyunlarına konsantre olmaları önemli.

Maç öncesi sonuca etki edecek 10 etkeni belirlemiştim kendimce. Burada tek tek hepsini sıralamayacağım  ama en önemli gördüklerim; tempoyu kontrol altında tutmak, FT yüzdesini belirli bir seviye çıkarmak ve Ersan'ın performansıydı. Maç sonrasında bakıldığında evlerinde Litvanya'ya, atıp atıp coşmaya programlanmış bir takıma karşı, momentumu ne olursa olsun kaybetmedik. FT yüzdesi 76.5 gibi gayet iyi bir seviyedeydi. Ersan ise 20 sayıyla çok başarılı bir maç çıkardı. Uzun lafın kısası kötü değildik dünkü maçta.

Ancak altı çizilmesi gereken bazı noktalar yok değil. Bunlardan birincisi verdiğimiz ofansif ribaundlar. Box score'da 10-10 eşitlik var diyebilirsiniz ama maçın rakip takımın sahasında olması ve zaten hücum odaklı takımın daha fazla hücum yapma şansı yakalamasını es geçmeyelim. İkincisi halen sıkıntı yaşadığımız pick&roll savunması. Litvanya'ya karşı bu alanda gösterdiğimiz negatif performanstan sonra pick&roll'un babasını oynayan İspanya'ya karşı ne yapacağız bilmiyorum.

Bu oyunu iyi kullandıkları için onları baskılı kısa savunması ile yıpratmaya çalışmamız gerekiyordu, öyle de yaptık ama isim yanlıştı. Cenk Akyol hücumda bile istikrarsız bir oyuncuyken, ona Jasikevicius'u savunma görevi vermek çok yanlıştı. Saras'ın kötü performansı ise kesinlikle Cenk'in savunmasından değil kendisinden kaynaklanıyordu. Ama Kaukenas onu aratmadı.

Ve gelelim maç sonlarını oynayamama olayına... İşler aslında o kadar büyütüldüğü gibi değil. Kerem Tunçeri'nin yokluğunda, düzenlerde sıkıntı yaşandığını artık herkes biliyor. Son 5 dakikada onun oyunda olmaması ve Emir'in takıma bir yere kadar taşıyabilmesi yenilgideki en büyük etken. Burada suçlanabilecek tek isim var o da Hidayet. Takıma soğukkanlılıkla liderlik etmesi gerekiyordu, yapamadı.

Ama yukarıda bahsettiğim birkaç sıkıntıdan başka problem yok milli takımda. İstek, arzu hala üst seviyede. Oyuna giren herkes elinden geleni yapıyor. Emir-Enes ikilisinin ekstra performansları sevindirici. Diğer oyuncular da aşina olduğumuz oyunlarını sergiliyorlar.

Yarın rakip Polonya. Marcin Gortat yok ancak hafife alındıklarında can yakabileceklerini İspanya maçı ile kanıtladılar. Tıpkı Britanya maçındaki gibi erken gelebilecek darbe, hem moralimizi yükseltir, ondan da önemlisi kaza yaşamadan 2.tura kapağı atmamızı sağlar.

Son gün İspanya... En kritik nokta pota altı. Bugün yüzdemizin kötü olmasına rağmen (3/18) dış şutta ısrar etmememizin sonucunu gördük. Aynı durum İspanya karşısında tekrarlanırsa daha acımasız olurlar, benden söylemesi. Gasol kardeşler + Ibaka'nın yanına kenardan sertlik getiren Felipe Reyes de eklenince ölümcül bir boyalı alan tehtidine karşı hem hücumda hem savunmada ayakta kalmamız gerekiyor. Ve dün yaptığımız gibi maçtan bir saniye bile kopmamamız gerekiyor, çünkü karşımızda en küçük açıktan 10-0'lık seri yakalayabilecek bir takım olacak.

Kubilay ARSLAN